Gönderen Konu: Timurlular Devri ve Uluğ Bey’in Bilimsel Çabaları  (Okunma sayısı 3438 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı TÜRK-KAN

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2182
  • UÇMAĞA VARDI, TANRI DAĞLARINDA!
Timurlular Devri ve
Uluğ Bey’in Bilimsel Çabaları
Doç. Dr. Yavuz Unat
Ankara Üniversitesi
Dil ve tarih Coğrafya-Fakültesi, Bilim Tarihi Anabilim Dalı

14.yüzyıl sonu ile 15.yüzyıl Türkistan için parlak bir devirdir. Timur’un (1336-1405) kurduğu Timurlular Devleti'nin(1370-1507)  idaresi altında İran ile Türkistan birleşmiş; Timur özellikle kendi payitahtı olan Semerkand’a önem vermiş ve buraya bir takım bilginleri getirtmiştir.

Timurlular  Devleti,  Çağatay hanlıklarından  birinin  başında  bey olan  Timur  tarafından kuruldu  ve  kısa  bir  sürede  imparatorluk  haline  geldi.  Cengiz  Han  ülkesini  paylaştırırken Türkistan,  oğlu  Çağatay’ın  hissesine  düşmüştü.  1370  yılında  Timur,  Çağatay  Hanlığı’nın başına  geçti;  Mâverâünnehir’e  egemen  olarak  Semerkand’da  tahta  oturdu  ve  Timurlular Devleti’ni kurdu. Timurlular Devleti, Timur’un ölümünden sonra iki oğlu arasında paylaşıldı. Miran Şah (ölümü 1407) Bağdat ve Azerbaycan'da ve küçük oğlu Şahruh Mirza(1377-1447) da Horasan'da devlet kurdu. İmparatorluk, Şahruh zamanında parlak bir kültür hayatı geçirdi. Şahruh’un  oğlu  Uluğ  Bey  ise  tanınmış  bir  astronom  olarak  tahta  çıktı  (1409-1449).  Yine Timurlular'dan  Hüseyin  Mirza  Baykara  (1469-1506)  zamanında  Horasan  ve  başkenti  Herat Türk tarihinin sayılı kültür merkezlerinden biri haline geldi. Türk şairi ve devlet adamı Ali Şir Nevai  (1440-1501)  burada   yetişti.  Baykara'dan  sonra  Herat  Özbekler'in   eline   geçti  ve Timurlular ortadan kalktı.

15. yüzyılda, Türkistan bölgesinde bulunan ve pek çok ünlü bilim adamının toplanmış olduğu  Mâverâünnehir  bölgesindeki  Semerkand  şehrini  bir  bilim  ve  kültür  merkezi  olarak görmekteyiz.  Eski  adı  Maracanta  olan  bu  şehir,  pek  çok  kereler  istila  edilmiş  ve  çeşitli kültürleri   barındırmıştır.   Ancak   Mâverâünnehir   ve   Semerkand,   Timur   ve   izleyenleri zamanında  bilim  ve  kültür  alanında  parlak  bir  dönem  yaşamış,  Özellikle  Timur'un  torunu, Şahruh'un  oğlu  olan  Uluğ  Bey  zamanında  eğitim  ve  kültür  dünya  çapında  bir  aşama göstermiştir.

Uluğ  Bey,  1393/1394  yılında  Azerbaycan'daki  Sultaniye  şehrinde  dünyaya  gelmiştir. Henüz  on  altı  yaşında  iken,  Mâverâünnehir'in  ve  yörelerinin  yönetimi  babası  tarafından kendisine  verilen  Uluğ  Bey  daha  çok  Semerkand'da  bilimsel  faaliyetlerle  ilgilenmiş,  siyasi yaşamında   babasına   bağlı   kalmış   ve   yönetimini   babasının   yardımlarıyla   sürdürmüştür. Babasının   ölümünden   sonra   tahtı   devralan   Uluğ   Bey,   iki   yıl   boyunca   Horasan   ve Mâverâünnehir bölgesinde sürekli taht kavgalarıyla uğraşmak zorunda kalmış ve iki yıl süren bir  mücadeleden  sonra  babasının  başşehri  olan  Herat'ı  ele   geçirmeyi başarmıştır. Ancak 1449 yılında oğlu Abdüllatif'in hazırladığı bir komplo sonucu öldürülmüştür. Uluğ Bey ile oğlu Abdüllatif arasındaki anlaşmazlık çok  daha  eskilere  gitmektedir.  Astrolojiye  de  meraklı  olan  Uluğ  Bey, Abdüllatif  tarafından  öldürüleceğini  öğrendikten  sonra  oğlu  Abdüllatif’i devamlı kendisinden uzak tutmuş, bu ise oğlu ile arasının açılmasına sebep olmuştur.  Uluğ  Bey,  babası  öldükten  ve  tahtı  devraldıktan  sonra  da  oğlu Abdüllatif'e  verilmesi  gereken  Şahruh'un  hazinesindeki  hisseyi  de  vermemiş,  dahası  Herat'a  Abdüllatif'in  yardımıyla  girmesine  rağmen,  bu
yardımı,  fetihnamelere  küçük  oğlu  Abdülaziz'in  yardımı  olarak  kaydettirmiş  ve  bu  olaylar oğlu  ile  aralarının  daha  fazla  açılmasına  neden  olmuştur.  Bu  olaylardan  sonra  Abdüllatif, babası Uluğ Bey’e karşı bir ordu toplamış, babası ile Ceyhun kenarında bir kaç kez çarpışmış ve  yenilmiştir.  Ancak  Timur'un  torunlarından  Ebu  Said’in  Semerkand'ı  zaptetmesi  üzerine Uluğ  Bey  Semerkand'a  hareket  etmiştir.  Bu  arada  oğlunun  kendisini  takip  ettiğini  öğrenen Uluğ  Bey,  tekrar  oğlunun  üzerine  yürümüş,  fakat  bu  kez  büyük  bir  yenilgiye  uğrayarak perişan  olmuştur.  Perişan  bir  halde  Semerkand'a  gelen  Uluğ  Bey,  burada  kale  kapılarının kendilerine  kapalı  olduğunu  görünce  oğlu  Abdülaziz'i  de  yanına  alarak  Türkistan  sınırına doğru  yürümüş,  ancak  sonunda  oğlu  Abdüllatif'e  teslim  olmuştur.  Abdüllatif  ise  onları Semerkand’a  getirmiş  ve  Uluğ  Bey  ve  Abdülaziz  burada  kurulan  bir  mahkemede  ölüme mahkum edilmiş ve öldürülmüştür.

Uluğ  Bey  hem  bir  hükümdar  hem  de  bir  bilim  adamı  olarak  karşımıza  çıkmaktadır. Astronomi ve matematiğe yoğun ilgi göstermiş ve hayatı boyunca bu bilimlerle uğraşmıştır. Aynı  zamanda,  kurduğu  medresede  kendini  yetiştirmek  için  derslere  girmiş,  bu  derslerdeki tartışmalara  katılmış  ve  dersler  de  vermiştir.  Zamanının  çoğunu  bilim  adamları  ile  geçiren Uluğ Bey, çevresine pek  çok bilim adamı toplamış, böylece Gıyâsüddin  Cemşid el-Kâşî ve Kadızâde-i Rûmî gibi devrin ünlü bilim adamlarından ders alma olanağı da bulmuştur.

Gıyâsüddin Cemşid el-Kâşî (?-1437)

Gıyâsüddin Cemşid el-Kâşî, 14. yüzyılın son yarısında, Kaşan’da doğmuştur. Doğum ve ölüm  tarihi  kesin  olarak  bilinmemektedir.  Öğrenimini  Kaşan’da  tamamlamış,  Uluğ  Bey'in  daveti üzerine Semerkand'a gitmiş ve çalışmalarına burada devam etmiştir. Matematik ve astronomi üzerine çalışmaları  olan  Kâşî,  aritmetikte  ondalık  sistemi  ilk  kullanan  kişidir.  Meraga  Gözlemevi’nde yapılmış  olan  gözlemleri  içeren  İlhân’ın  Zîci  adlı  zîcteki  tabloları  yeniden  hesap  ederek İlhân’ın  Zîci’ni  Tamamlayan  Hakan’ın  Zîci  adlı  eserini  yazmıştır;  Süllem  el-Semâ  adlı eserinde ise gök cisimlerinin uzaklıkları sorununu tartışmıştır.

Kâşî’nin  en  önemli  eseri,  Ortaçağ  İslâm  Dünyası’ndaki  matematik  bilgisini  bütün yönleriyle serimlediği Matematiğin Anahtarı adlı kitabıdır; bu eserinin bir bölümünde ondalık kesirleri kuramsal yönden incelemiş ve bu kesirlerle toplama, çıkarma, çarpma ve bölme gibi aritmetiksel  işlemlerin  nasıl  yapılacağını  örnekleriyle  göstermiştir;  burada  vermiş  olduğu bilgiler daha sonra 16. yüzyılın meşhur matematikçilerinden ve astronomlarından Takîyüddîn tarafından kullanılacak, trigonometri ve astronomiye uygulanarak geliştirilecektir.

Kadızâde-i Rûmî (1337-1412)

Kadızâde-i Rûmî, 14.  yüzyılın ikinci  yarısında ve 15.  yüzyılın birinci yarısında yaşamış olan ünlü matematik ve astronomi bilginidir. Bursa'da doğmuş ve eğitimini burada tamamladıktan sonra matematik ve astronomiye  merakından dolayı Horasan bölgesine,  sonra  da  Semerkand'a  gelmiştir. Semerkand Medresesi'nde matematik ve astronomi dersleri okutmuş ve Semerkand Gözlemevi’nin müdürlüğünü  yapmıştır.  Müdürlüğü  sırasında,  Uluğ  Bey  Zîci’nin  hazırlanışına  önemli  katkılarda bulunmuştur.

Semerkand Medresesi başmüderrisliğinde bulunduğu bir sırada, bir gün Uluğ Bey, sebepsiz yere bir müderrisi görevinden uzaklaştırınca, buna darılan Kadızâde, evine kapanarak derslerine gitmemiş ve bunun üzerine Uluğ Bey, Kadızâde'yi evinde  ziyaret ederek, neden derslerden çekildiğini sorduğunda, bir müderrisin kendisine sorulmadan görevinden uzaklaştırılamayacağını söylemek suretiyle siyasî yönetimlerin bilimsel kurumların işleyişine müdahalede bulunmamaları gerektiğine dair güzel bir örnek vermiştir.

Kadızâde-i Rûmî, Semerkand Gözlemevi'nde yapılan gözlemlerin en önemli ürünü olan Uluğ Bey Zîci'nin hazırlanmasına katkıda bulunmuş olduğu gibi, müstakil olarak birçok yapıt da  kaleme  almıştır.  Bunlardan  birisi,  son  dönemlere  kadar  Osmanlı  medreselerinde  de okutulmuş  olan  Çağmînî'nin  (14.  yüzyıl)  Astronomi  Seçkisi  adlı  kitabına  yazmış  olduğu  bir yorumdur.

Kadızâde, Semerkand'da vefat etmiş, ancak öğrencilerinden Ali Kuşçu (ölümü 1474) ile Fethullah  Şirvânî  (15.  yüzyıl)  Anadolu'ya  gelerek,  matematik  ve  astronomi  bilimlerinin Osmanlı ülkelerinde de yayılması için küçümsenemeyecek hizmetlerde bulunmuşlardır.

Semerkand Medresesi

Uluğ Bey tarafından yaptırılan, inşasına 1417 yılında başlanan ve 1421   yılında   tamamlanan Semerkand Medresesi, uzun yıllar her çeşit bilim, eğitim ve öğretimin merkezi  olmuş  ve  Uluğ  Bey’in  ölümüne  kadar  faaliyetini sürdürmüştür.   Dört   ayrı   köşesinde dört ayrı dershane bulunan ve her dershaneye de ayrı bir müderris tayin edilen bu medresenin başına ise,   Bursa'da doğup daha sonra Semerkand'a gelen, medresenin ve gözlemevinin kuruluşunda da emeği geçen Kadızâde-i Rûmî getirilmiştir.

Bu medresedeki bilimsel faaliyetler hakkında Kâşî'nin mektubundan  pek  çok  şey  öğrenmekteyiz. Bu mektupta, Semerkand'da  bilim adamlarının en seçkinlerinin toplanmış olduğundan, bütün bilim dallarında ders veren müderrislerin  burada  çok  sayıda  mevcut  olduğundan  ve  bunların çoğunun  matematik  bilimleri  üzerine  çalıştıklarından  söz  edilmektedir.  Yine  bu  mektuptan öğrendiğimize  göre,  medresede  verilen  dersler,  ileri  seviyede  araştırma  niteliği  taşımakta, bunlar bir tartışma şeklinde olmakta ve bu tartışmalara devrin ünlü bilim adamları ile birlikte, Uluğ Bey'de katılmakta idi. Ayrıca medresedeki bilimsel faaliyetlere ek olarak, Uluğ Bey'in sarayında da bilimsel toplantılar yapılıyordu.

Semerkand Gözlemevi

Semerkand Medresesi’nin inşasından bir süre sonra, Uluğ Bey, medresede yapılan çalış- malara paralel olarak bir gözlemevi kurmaya karar vermiş ve Kadızâde, Kâşî ve Ali Kuşçu ile birlikte  gerekli  teşebbüslere başlamıştır(1421).  Bu gözlemevi,  İslâm  gözlemevleri  arasında önemli bir yer işgal etmektedir. Yüksek matematik ve astronomi akademisi niteliğini taşıyan ve yıldızların hareketleriyle ilgili gözlemlerin yapıldığı bu gözlemevi, 21 metre yüksekliğindeki Kühek Tepesi'ne  kurulmuş olan, üç katlı bir yapı idi. Yatay çapı 23 metrelik, yüksekliği 30 metrelik bir silindir şeklinde olan bu yapı, ayrıca bir bahçe ile çevriliydi.

Gözlemevinin ilk müdürlüğünü Kâşî yapmış, onun ölümünden sonra da Kadızâde-i Rûmî gözlemevine müdür olarak atanmıştır. Ancak Uluğ Bey'in, gözlemevinin başında bulunduğu ve Kâşî’nin, Uluğ Bey   için "Gözlemevinin Sahibi" terimini kullanıldığı da bilinmektedir. Kadızâde-i Rûmî’den sonra gözlemevinin müdürlüğünü Ali Kuşçu yapacaktır.

Gözlemevi, kullanılan astronomi   araçları bakımından oldukça önemlidir. Burada kullanılan en önemli araçlardan biri Duvar Kadranı'dır. Gözlemevinin yapılmış olduğu Kühek Tepesi'nin yüksekliğini de ölçmek için kullanılmış  olan  bu  araç,  eldeki  bilgilere göre, İstanbul'daki Ayasofya Camii'nin yüksekliğine eşit idi. Bu ise yaklaşık 50 metrelik bir yükseklik demektir. Bu  kadran, gözlemevinin bir parçası gibi yapılmıştı ve 60 derecelik üst kısmı toprak üzerinde, 30 derecelik alt kısmı ise   kayanın   içine yerleştirilmişti.  Bu  dev  kadranın  bir  kısmı,  1908  yılında  Rus arkeologu V. L. Viatkin tarafından yapılan bir kazı   sonucunda ortaya  çıkarılmıştır.

Gözlemevinde pek çok gözlem yapılmış ve gezegenlere ve yıldızlara ilişkin bu gözlemlerle, zamanın en önemli eseri olarak kabul edilen Uluğ Bey Zîci hazırlanmıştır. Uluğ Bey Zîci, dört bölümden oluşmakta ve trigonometrik, astronomik, coğrafik ve astrolojik tablolar içermektedir. Birinci Bölüm, takvim ve kronolojiye ayrılmıştır. İkinci Bölüm’de pratik ve küresel astronomiye ilişkin bilgiler yer alır. Sinüs, kosinüs, tanjant ve kotanjant tablolarını içeren trigonometrik fonksiyonları; gök küresi üzerinde bulunan ekvator, ekliptik ve ufuk koordinatları; coğrafî koordinatları; Kıble yönü belirlenimini içerir. Üçüncü Bölüm, gezegenler ve yıldızlara ilişkindir. Güneş, Ay ve gezegenlerin hareketlerine; Güneş ve Ay'ın Yer'den uzaklıklarına; Güneş, Ay ve gezegenlerin görünen hareketlerine ayrılmıştır. Yer merkezli sisteme dayanır.
 
Burada yer alan yıldız katalogu 1018 yıldız içermektedir. Dördüncü Bölüm ise astrolojiye ayrılmıştır.

Yıldızların devinimlerini, sabit yıldızların konumunu, farklı takvim ve tarihleri, pratik astronomi bilgilerini, gökcisimlerinin görünen hareketlerini ve onların konumlarını kapsayan bu eser, orta zamandaki astronomi bilgisinin en son sözü ve bilimin teleskop icat edilinceye kadar erişmiş olduğu en son seviyesi olarak kabul edilmektedir.

Ne yazık ki, Semerkand şehri, bilimsel ve kültürel merkez olma özelliğini, Uluğ Bey'in ölümünden sonra kaybetmiş, gözlemevindeki ve medresedeki bilimsel faaliyetler onun ölümünden  sonra durmuş ve konularında uzman olan kişiler   Semerkand’ı terk etmişlerdir. Bu bilginlerin içerisinde en önemlisi Ali Kuşçu’dur.

Ali Kuşçu

Uluğ  Bey'in  1449'da oğlu Abdüllatif  tarafından öldürülmesi ve arkasından gözlemevi ve medresedeki çalışmalara son  verilmesi üzerine Ali Kuşçu, hacca gitmek için Semerkand'dan ayrılır ve Tebriz’e gelir. Burada Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın(1423-1478) ilgisi üzerine onun  yanında kalır ve Uzun Hasan tarafından, Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet’in   yanına, Osmanlılar ile Akkoyunlular arasında, barışı4 sağlamak amacı ile elçi olarak gönderilir. Fatih, Ali Kuşçu İstanbul'a gelince onun bilgisine hayran kalır ve ona İstanbul'da kalmasını teklif eder. Fatih'in bu ricasını kabul eden Ali Kuşçu, elçilik  görevini tamamladıktan sonra geleceğini söyler. Ali Kuşçu sözünde durur ve elçilik görevini tamamladıktan sonra, 1472 senesinde İstanbul'a gelir. Ali Kuşçu'nun İstanbul'a gelmek için hareket ettiğini duyan Fatih, sınırda onu karşılamak için bir heyet yollar ve sınırdan İstanbul'a kadar  olan yolculuğun her günü için kendisine 1000 akçe verilmesini emreder.

Üsküdar’a geldiğinde, Ali Kuşçu, zamanın ünlü bilim adamları tarafından karşılanmış ve bir kadırga ile İstanbul'a gelmiştir. Ali  Kuşçu, İstanbul’a geldikten sonra, 200 akçe ile Ayasofya Medresesi müderrisliğine tayin edilmiş, burada astronomi ve   matematik dersleri vermiştir. Ali Kuşçu, İstanbul'da bilim sınıfının en değerli kişisi olmuş, astronomi ve matematik konularında, çağının sınırlarını aşacak kadar önemli eğitim ve öğretim faaliyetlerinde bulunmuştur. Onun sayesinde İstanbul  medreselerinde  astronomi  ve  matematik  öğreniminde büyük  gelişmeler  görülmüştür.  Ali  Kuşçu’nun  astronomi  ve matematik  dersleri  olağanüstü bir rağbet bulmuş,  bu  dersler, İstanbul'un   ünlü bilim adamları tarafından da izlenmiştir. Astronomi bilimine verdiği önem sonucu devrinde bir çığır açarak değerli astronomların yetişmesini sağlayan Ali Kuşçu, 1474 yılında ölmüş ve Eyüpsultan  civarına gömülmüştür.

Ali  Kuşçu  Mâverâünnehir’de ortaya çıkan matematik ve astronomi  bilginlerinin son timsâlidir ve onun İstanbul’a gelmesi Osmanlı bilim tarihi açısından önemli bir olaydır. Zira İstanbul’da astronomiyi onun kadar iyi bilen bir bilgin yoktu; onun İstanbul’a gelişi, astronomi  biliminin  Türkiye’de  yayılmasına  ve sonuçta Mîrim Çelebi ( ? -1525) gibi bazı bilginlerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Onun eserlerinin büyük etkide bulunduğu ve Osmanlı Dünyası’nda matematik ve astronomi bilimlerinin temellerini attığı hususunda kuşku yoktur.

Ali  Kuşçu’nun Osmanlı bilginleri arasında en iyi bilinen eserleri, matematik konularını içeren Muhammediyye ile bir astronomi eseri olan Fethiyye’dir; her ikisi de çok okunmuş ve okutulmuştur; ancak bilgi açısından bir yenilik getirmezler. Bunların  dışında, Ali Kuşçu, Uluğ  Bey Zîci’nin hazırlanmasında görev almış ve bu eser üzerine Uluğ Bey Zîci’nin Yorumu adlı Farsça bir  yorum hazırlamıştır. Bu  yorum, Uluğ  Bey Zîci’nin Giriş’inde  bulunan teorem ve problemlerin ispatlarını ve çözümlerini içermektedir.


ALINTIDIR...
23 EKİM 2023'DE, ELİM BİR TRAFİK KAZASI SONUCU, UÇMAĞA VARDI.
ŞİMDİ; TANRI DAĞINDA, ATALAR YURDUNDA, ATSIZ ATA MAKAMINDA, BAŞBUĞLAR OTAĞINDA, ERİNÇ İÇERİSİNDE!