08.06.2006
DÖNMELER VE DEVŞİRMELER-Taha Batur
-Bir devşirmenin psikolojisi ve sosyal durumu nasıldır? Bize bir devşirme portresi çizebilir misiniz?
Bana, "Bir devşirmenin psikolojisinin ve sosyal durumunun nasıl olduğunu soruyorsunuz, bir devşirme portresi çizer misiniz?" diyorsunuz. Bu sorulara geçmeden önce, "devşirme olgusu nedir?" Osmanlı niçin böyle bir yönteme başvurmuştur? Bu hususlarda, kısaca bir ön bilgi vermenin konunun aydınlatılması açısından yararlı olabileceği inancındayım. Kanımca, devşirme; Sultanın ruhen ve bedenen kendisine bağlı ve kendi soyundan gelmeyen, her yönü ile değerlerinden soyutlanmış bir tiptir. Halil İnalcık, Osmanlı'nın "kendi halkını kul etme" diye bir projesi olmaması nedeniyle, böyle bir yola başvurduğu tezini ileri sürmektedir.
Kapıkulu olacak kişinin aile, köy ve diniyle tüm bağlarını koparması, aynı yeni doğmuş gibi, hükümdardan başka kimseye maddi ya da duygusal herhangi bir bağ hissetmemeleri gerekiyordu. Osmanlı hanedan zihniyeti, Müslümanlara bu mevkilerin kapalı olmasına bahane olarak da, "gerçek bir müminin kul olamayacağı" görüşünü ileri sürmektedir.
Harem-i Hümâyun üzerine dikkate değer bir araştırma yürütmüş bulunan Leslie Peirce'e göre: "Hükûmdar hanedanının emrinde bir köle (devşirme) askerler ordusunun bulunması, daha önceki klasik İslâm devletlerinin de (Abbasiler gibi) bir özelliğiydi. Sadece hükûmdara sadık ve geleceği onun iyi niyetine bağlı, çok iyi eğitilmiş kölelerin, devlete, çıkarları hükümdarınkiyle çatışabilecek soylulardan daha güvenilir ve etkili şekilde hizmet edeceklerine inanılıyordu."
Yönetimi ve orduyu yabancı soylulara (devşirme) bırakarak, halkını toprağa bağlama, çiftçi-köylü (reaya) olarak kullanma geleneği sadece Osmanlı'ya özgü değildir. Aynı geleneği Büyük Selçuklu devletinde de gözlüyoruz. Horasan merkez olmak üzere, İran'da kurulan Büyük Selçuklu devletinde de yönetim (bürokrasi) İranlılar'a devredilmiş, resmi dil olarak da farsça tercih edilmiştir.
(http://img72.imageshack.us/img72/4083/78244370ml5.jpg) (https://www.hunturk.net/forum/sistem.php?islem=yonlendir&url=aHR0cDovL2ltYWdlc2hhY2sudXM=)
- Devşirme sisteminin Türk kimliğine zarar vermiş olması sizce ne anlama geliyor?
Türk tarihinde, hem yönetim hem de resmi dilin yabancı güçlere tahsis edilmesi gerçeğine ilk kez Büyük Selçuklu veya İran Selçuklu devletinde şahit olmaktayız. İrene Melikoff, bu durumu "Acemleşme" veya Claude Cahen "Horasanlaşma" olarak belirtiyordu. Böylece, Araplaşma ve Acemleşme âdeta Türk tarihinin bir alın yazısı oluyordu. Osmanlı da, bu geleneğe sadık kalarak, yönetim ve ordu gibi iki stratejik alanı, kendi soyundan olmayan devşirmelere terkediyordu. Aslında, bazı tarihçiler, İran Selçuklu Devleti'nde ortaya çıkan eğilimlerin, Abbasiler'den alınan "Memluk tarzı" bir kültürel iktibasın (cultural borrowing) ürünü olduğu kanısındadırlar. Bilindiği üzere, Memlûklar (Kölemenler) aslında bir Türk devletidir.Mısır, Suriye, Hicaz ve Güneydoğu'da yaşamışlardır (1257-1517).Yönetime, Çerkezler'in de seçilme hakkını tanımışlardır. Ancak, ordu ve yönetici kadro Arapça konuşmayı temel kabul ederek Araplaşmıştır. Bazı iddialara göre, Selçuklu sultanlarının saraylarında hükûmdar için satın alınıp, terbiye görerek yetişen ve saray (Enderun) hizmetlerine atanmış memurlar arasında Hacıbülhicab gibi hizmetlilere rastlamaktayız.
Halil İnalcık, gerek İran Selçukluları'nda gerekse, Osmanlılar'da yönetim ve askeri kadronun kendi soyundan olmayanlara devrini "istimâlet" teorisiyle açıklamaktadır. Buna göre, fethedilen yerlerde yerli halkı kendi tarafına kazanma, İnalcık' ın devşirme olgusunu açıklayan bir yaklaşma tarzıdır. Benzeri açıklamalara Bahaeddin Ögel ve Faruk Sümer'de de rastlıyoruz. "Göçebe-gezginci bir topluluğun dinamik yapısının yerleşik bir düzene uyum sağlamasında bu tür yönetici ve askeri toplulukların deneyimlerinden yararlanmak" gerekirdi. Görülüyor ki, İran Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı'da gözlediğimiz Acemleşme, Horasanlaşma veya Devşirmeleşme diyebileceğimiz dönüşümlerin sebepleri ve tarihsel zorunlulukları için ileri sürülen gerekçeler ne olursa olsun, önemli olan sosyal yapıya yönelik açıklama ve analitik yorumlamaların, tarihselci bir görüş açısından değerlendirilmemesinden kaynaklanmaktadır. Bu da, merkez-çevre (center-periphery) diyebileceğimiz bir modele göre Türk devletlerinin kurulmuş olmasıdır. İran Selçuklu devletinde, kuruluşu gerçekleştiren çekirdek, kendilerini Oğuz kabul etmiş, sonraları göç yolu ile gelenleri Türkmen tarzında algılamış, onları dışlamıştır.Bu husus, Türk tarihinde ilk kez Oğuz-Türkmen diyebileceğimiz ikili bir yapıyı ortaya koymuştur.
Merkez (Oğuz) sürekli olarak çevreye (Türkmen) güvenmemiş,ona kuşku ile bakmıştır.Bu durum, Türk tarihinde karşılaştığımız önemli bir kültürel yarılmayı ortaya koyar. Kanımca, İran ve Anadolu Selçuklular'ı yanında, Osmanlı'da gözlediğimiz modellerin temellerinde, kendi halkına olan güvensizlik ve kabile yapısallaşması diyebileceğimiz bu ayrışımın izlerini aramak gerekir. Anadolu Selçuklu devletinin yıkılmasında, Moğollar'la Türkmen özelliğini taşıyan Babailer'in ittifakının da bu sebeplerden kaynaklandığı söylenebilir. Hatta, bu merkez çevre ikiliğinin aynı zamanda sünni-alevi biçiminde bir ayrışımın da nedeni olduğu ileri sürülebilinir. Merkez kendini sünni (ortodoks) olarak görmüş, çevreyi ise sürekli olarak dışladığı alevi (heterodoks) biçiminde algılamıştır.
Türk tarihinde gözlediğimiz ikili (dual) toplum yapımızın esas ilkelerini bu yapısallaşma tarzında aramak gerekir. Selçuklular ve Osmanlılar'ın yönetimi kendi halkından esirgeyerek yabancı soylulara bırakmasının hikmet-i vücudunu (raison d' êtretre) bu bakış açısında aramak gerekir. Yoksa, I. Murad'dan itibaren sadece hukuken köle statüsünde olanlar değil, yönetici sınıfın diğer üyeleri (Enderun veya Saraylı) için de kullanılabilen "kul" sistemini kendi soylularına tercih etmesinin nedenini başka türlü açıklamak mümkün olamazdı.
Esir alınan kölelerin 9-14 yaşlarındaki çocuklarından en zekilerinin ve yeteneklilerinin seçilerek sarayda (Enderun Mektebi) özel eğitim yöntemleriyle yetiştirilmeleri ve yönetimin her kademesinde istihdamları Osmanlı bürokrasisinin temel dokusunu teşkil eder. Örnek olarak, Dimitri Hitsihis'in belirttiği üzere, Kanuni döneminde 9 veziri azamdan sadece birinin kendi halkından olduğunu öğreniyoruz. Yine, A.D. Anderson'un "The Structure of The Ottoman Dynast" adlı yayınından öğrendiğimize göre, hanedanlığın 1/16 oranında kimliklerini koruduklarına tanık olmaktayız. Halil İnalcık ise,"XVI.yüzyıldan itibaren Osmanlı'da artık Türklük kimliğinin silindiği" görüşündedir. Çünkü, kuruluşundan kısa bir süre sonra, Osmanlı-dışı (devşirme) unsurlar, yönetimin üst kademelerinde kilit noktaları ellerine geçirmişlerdir. Böylece, İnalcık'ın "Patrimonyal Osmanlı" modeli, Kindley'in "Patrimonyal devşirme" diye belirlediği bir yönetim biçimine dönüşmüştür. Bu oluşum, Türk toplum yapısında bir diğer önemli gerginliği daha ortaya koyuyordu. Bu da halk-aydın ikiliğidir. Halk, Osmanlı'da hem kavm-i necip (soylu millet) olan Araplar'ın, hem de Enderun (yöneticiler) ve yeniçerilerin vergisini ödemekle yükümlü, toprağı ekip-biçen köylü-çiftçi (reaya) tabakasından ibarettir.
Altı yüz yıl süren Osmanlı toplumunda görülen aydın (Enderun) ve halk (reaya) ikiliği, ilk kez Gökalp tarafından keşfedilmiş ve sosyolojisinin sistematiğini oluşturmuştur. Gökalp'e göre halk, milli kültürün kaynağıdır, milli kültür tüm kodlarıyla halkta yaşamaktadır. Aydın tabaka ise, genellikle yabancı okullarda yetişmeleri, lisan bilmeleri, hatta devşirme soylu olmaları nedeniyle, Gökalp'e göre kozmopolittir. Gökalp, bu Enderun aydınlarının millileşmeleri için de halka gitmeleri ve halkla bütünleşmeleri görüşündedir. "Halka Doğru" makalesi de bu gerçeği ortaya koymaktadır. Gökalp sosyolojisinde gözlediğimiz halk-aydın, kültür-medeniyet, mektep-medrese, Türkçe-Osmanlı'ca ve dindar-ladini kategorileşmeleri aslında bu tarihsel ikiliğin toplum yapısındaki görüntüleridir.
Paşazadeler!
Osmanlı'nın Batılılaşma sürecinde bu Enderun aydınları kilit rol oynamışlardır. Batıya açık bir zihniyet (open-mind) taşımaları nedeniyle yeniliğe açıktırlar. Batıdan aktarılan tüm yenilikler bir eleştiri süzgecinden geçirilmeden olduğu gibi toplum yapısına pompalanmıştır. Hatta, 1920'lerden sonra Sovyet modeline yatkın ideolojiler bu grup tarafından savunulmuştur. İleri'ler, Sertel'ler, Yalman'lar, Ran'lar, Değirmi'ler, Baştımar'lar, Sargın'lar, Dino'lar, Sotorik'ler vb. Türk Marksizminin kilometre taşlarını teşkil ederler. Hemen hepsi de "Paşazadeler"dir. Rasih Nuri İleri, "Sınıfsal Köken ve Dil Üzerine" adlı bir yazısında "Türkiye Komünist Partisine Paşazadelerin hakim olduğunu" açıklıyordu.
Bu girişten sonra, ilk sorunuza yeniden dönelim. "Bir devşirmenin psikolojisi ve sosyal durumu nasıldır?" sorusu, üzerinde önemle durulması gereken bir husustur. Henüz, tarihe bakış açımız değer yüklü olmaktan kurtulmuş değildir. Eleştirel yaklaşım biçimi,olayları irdeleme ve yorumlama zihniyeti yerine çoğu kez, historisizmin dar sınırları içinde vakanüvislik yapılmıştır. Günümüz çağdaş fizik biliminde bile, Popper, teorilerin doğrulanabilirliği yerine yanlışlanabilirliğini ileri sürmek suretiyle, mantıkçı pozitivistlerin yüzyılı aşan saltanatlarına son vermiştir. Bizim burdaki yaklaşımımız, Osmanlı'yı dogmatik bir zihniyetle yermek, kötülemek değildir. Osmanlı, bizim geçmişimiz, tarihimiz ve kültürümüzün en önemli bir safhasıdır. Ona saygılıyız, onunla gurur duymaktayız. Ancak, günümüz olaylarını incelerken çoğu kez tarihe dönmemiz, geçmişimize ait yapısal unsurları analiz etmemiz gerekmektedir. Günümüzdeki toplumsal çelişkiler ve kültürel gerginliklerin nedenlerini de ancak bu tür bir yaklaşımla çözümleyebiliriz. Amerikan Cumhurbaşkanı J. F. Kennedy'nin 1963 yılında Dallas'ta katledilmesi sonucu kurulan araştırma komisyonunun hazırlamış olduğu ciltler dolusu raporun sonucuna göre, cinayetten Amerikan toplum yapısının sorumlu tutulduğunu öğreniyoruz. Ülkemizde giderek yükselen sosyal patlamalar, iç çekişmeler, ideolojik yarılmaların temellerini irdeleme hakkına sahip değil miyiz?