Gönderen Konu: ATSIZ BEY'İN MAKALELERİ  (Okunma sayısı 23180 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2289
ATSIZ MAKALELERİ-Bozulan Türkçe
« Yanıtla #20 : 04 Ocak 2013 »
Bozulan Türkçe

Türkiye’de milli ülkünün hükümetler eliyle yok edilmesinden ve milli eğitimin başına uzun yıllar kozmopolit unsurların gelmesinden sonra kültürün bütün alanlarında olduğu gibi “dil” de de bir yozlaşmanın ve soysuzlaşmanın başladığı bilinen, görülen bir gerçektir.

Türkçeyi Türkleştirmekle, Türkçeleştiriyoruz diye bozmanın birbirine karıştırıldığı zamanımızda, ortada görülen manzara aklın, mantığın ve bilginin safdışı edilmesidir.

Halk Partisi hükümetleri zamanında okullardan Türkçe dilbilgisi (gramer)nin yıllarca kaldırılması neticesinde doğru Türkçe yazamayan birkaç nesil türediği gibi, Türkçeyi Türkçeleştirmek bahanesiyle yapılan bozmaların sonucu da ortaya dil diye gülünç bir ucube çıkarması olmuştur.

Türkçeyi yanlış kullanma hastalığı, bir zamanlar, Mareşel Fevzi Çakmak’ın Genel Kurmay Başkanlığı sırasında askerlik terimlerini makul ve mantıklı bir anlayışla, bilgi ile Türkçeleştiren orduya da bulaşmıştır.

Bunun en belirli örneği rütbe adlarında görülmektedir.Eskiden “piyade yüzbaşısı”, ”piyade binbaşısı,”topçu albayı” denirken ve şüphesiz doğrusu da bu iken şimdi “piyade yüzbaşı”, piyade binbaşı “, topçu albay “ denilmektedir. ”Piyade” ve “topçu” kelimeleri hem isim hem de sıfat olduğu için, diyelimki bu rütbe isimlerinde sıfat olarak ele alınmış ve “piyade yüzbaşı” diyerek sıfatı tamlaması (= sıfat terkibi) vücuda getirilmiştir. Fakat “istihkam”, “muharebe”, “tank”, “güverte”, “makine”, “hava” gibi sıfat tarafı olmayıp yalnız isim olan kelimelerle rütbeler bir araya gelince ortaya “makine albay”, “hava general” gibi Türkçenin kurallarına ve selikasına asla uymayan, yanlış ve acayip terkipler ortaya çıkmaktadır.

Bu yanlışın tevil tarafı, gerekçesi yoktur. Kısaltmak için yapıldığı da söylenemez. Kutlu bir varlık olan dil, kısaltmak, zamandan kazanmak için bozulamaz.

Bugünkü Türkçede iki isim yan yana gelip toplu bir mana belirttiği zaman ya ikisi ya da en aşağı biri takı alır: Türk cumhuriyeti, Türk bayrağı, evin kapısı, ulusun gözbebeği gibi. Bunların Türk cumhuriyet, Türk bayrak, ev kapı, ulusun gözbebek haline getirilmesi nasıl bir facia ise tank albay, güverte binbaşı da aynı şeydir.

İki isim yan yana geldiği halde ikisi de takı almazsa birinci isim, sıfat sıfat olarak kullanılmış demektir. “Demir kapı”, ”gümüş kutu” terkipleri kullanılış bakımından “büyük yapı” veya “ küçük kutu” terkiplerinden farklı değildir.

Coğrafya isimlerinde ikisi de takı almayan isimler “ isim terkibi” olmak halini kaybedip kaynaşmışlar, tek kelime haline gelmişler, “birleşik isim” olmuşlardır: Kadıköy, Göztepe, Tınaztepe, Adatepe gibi…

Türkçeyi yabancı ve gereksiz kelimelerde temizlerken güdülecek prensip önce Türkiye Türkçesinden, sonra öteki Türkçelerden kelime almak olmadığı taktirde Türkçenin kurallarına, kanunlarına, dil zevkine uymak şartıyla kelime türetmekti.

Acemler böyle yapıyorlar. Son zamanlarda imparotiçe veya kraliçe karşılığı olarak “Ferah Diba” için kullandıkları “şehbanu” kelimesi bunlardan biridir.Farsçanın zevkine uygundur. İlk işitende anlar.Bizde ise böyle dil zevki gibi noktalara aldıran yok. “İnkılap” yerine uydurulan “devrim” ile “hayat” yerine uydurulan “yaşantı” hiç şüphesiz Türkçeyi hiç bilmeyen cehele-i fecerenin kariha-i sabihasından çıkmıştır. Türkistan Türkçesinde “inkılap” karşılığı zaten mevcut olan “özgeriş” kelimesi alınsaydı, “başka” demek olan “özge” den çıktığı, “başkalaştırmak” manasına gelen “özgermek”ten yapılmış olduğu için hem doğru türetilmiş olacak, hem de hiç olmazsa eski edebiyatı bilenler tarafından hiç yadırganmadan kabul edilecekti?

Bunun gibi “hayat” kelimesinin Türkçesi olarak zaten eski metinlerde bulunan “dirlik” kabul olunsaydı “yaşantı” ya hiç lüzum kalmayacak, “hayat”ı atmak isteyenlerin elinede mantikı bir koz vermiş olacaktı.

Böyle yapılmadı. Şimdi herkes dili istediği gibi kullanıyor. Bu, istediği gibi kullanma yalnız şahışlara münhasır kalmayıp resmi dairelere de giriyor. İş yalnız kelime uydurmakla kalsa iyi. Türkçenin yapısı, dilbilgisi de bozuluyor ve Milli Eğitim Bakanlığı, Yemliha’yı kıskandıracak tatlı bir uyku ile uyumasına devam ediyor.

Eski Kültür Müsteşarı Adnan Ötüken’in “Türk Dili İçin Mücadele” başlığı altında yayınladığı iki broşür, bu facianın durdurulması için atılmış ilk adım sayılabilir. Adnan Ötüken bu memlekete bir Milli kütüphane kazandırmış olan şahsiyettir. Bu bakımdan hizmeti büyüktür. Türklüğe hizmetinin en büyük delili ise kültür müsteşarlığı sırasında solcuların ona “kültür düşmanı kültür müsteşarı”lakabını takmalarıdır. Hiç şüphesi uydurma ve iğrenç “tilcik”lerle, “tüm”lerle”, “ya da”larla konuşan kültür maskaraları Adnan Ötüken’in kültürünü ve milli kütüre hizmetini anlayamazlar, anlasalar da satılmış oldukları merkezlerin direktifi dolayısıyla kabul edemezlerdi.

Türkçenin bugünkü acıklı durumu karşısında çok şey yazılabilirse de burada, yayılmak istidadı gösteren bir tanesini işaret ederek geçeceğim ve söylenecek başka şeyleri ileriye bırakacağım.

Türkçenin bir kaidesi şudur:

Şahıs zamirleri “ile”, “gibi”, “için”, “kadar”, kelimeleriyle birleştikleri zaman genetif haline geçerler. Yani “benle” yerine “benimle” dendiği gibi “ben gibi” yerine “benim gibi” demek icab eder.

Yeni nesillerin benimle,seninle,onunla yerine benle, senle, onla diye konuşması Hristiyan azınlıkların Türkçesine benzemekte ve insanı Türkçeden iğrendirmektedir. Gençlere bir ders olmak üzere burada bir kaidenin listesini veriyorum.

YANLIŞ

DOĞRU

BENLE

BENİMLE

SENLE

SENİNLE

ONLA

ONUNLA

BİZLE

BİZİMLE

SİZLE

SİZİNLE

BEN GİBİ

BENİM GİBİ

SEN GİBİ

SENİN GİBİ

O GİBİ

ONUN GİBİ

BİZ GİBİ

BİZİM GİBİ

SİZ GİBİ

SİZİN GİBİ

BEN KADAR

BENİM KADAR

SEN KADAR

SENİN KADAR

O KADAR

ONUN KADAR

BİZ KADAR

BİZİM KADAR

SİZ KADAR

SİZİN KADAR

BEN İÇİN

BENİM İÇİN

SEN İÇİN

SENİN İÇİN

O İÇİN

ONUN İÇİN

BİZ İÇİN

BİZİM İÇİN

SİZ İÇİN

SİZİN İÇİN

Zamirin sonuna çoğul takısı gelince bu kaide yürümüyor: Onlarla, onla gibi, onlar kadar, onlar için. İşaret sıfatlarında da bu kaide yürürlükte değildir: O kadar, bu kadar, şu kadar, o gibi, bu gibi, şu gibi…

Türkçe yazan gençlerin bu kaideye dikkat etmelerini, konuşurken de böyle konuşmalarını kendilerinden rica ederim.

Nihal ATSIZ, Ötüken, 30 Ekim 1968, Sayı: 11

Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimdışı Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2289
Ynt: ATSIZ BEY'İN MAKALELERİ
« Yanıtla #21 : 29 Ocak 2013 »
Devletimizin Kuruluşunu Sağlayan Savaş

Mayıs ayının Türk tarihinde büyük bir yeri vardır: Türkiye’nin kurulmasını sağlayan tarihî ve destanî hareketler bu ayda yapılmış, bu destanların can alıcı noktası olan Dendânekan Meydan Savaşı 23 Mayısta olmuştur.Okul kitaplarında devletimizin ne zaman kurulduğuna dair bir işaret yoktur.Bazıları Malazgirt Savaşı’nın yapıldığı 26 Ağustos 1071 tarihini devletimizin başlangıcı sayıyorlar. Bu düşünce tamamiyle yanlıştır. Çünkü Malazgirt Savaşı çoktan kurulmuş kuvvetli bir devletin diğer bir kuvvetli devleti yenmesinden başka bir şey değildir. Dendânekan Savaşı ise Selçuklu Hanedanının idaresindeki Türklerin, Gazneliler İmparatorluğunu yenerek Horasan ülkesini onlardan koparmasını, burada bağımsız olarak teşkilâtlanmasını ve fetihlere başlamasını sağlamış, yani Türkiye’yi kurmuş ve bizi bugüne getirmiş olan bir çarpışmadır.Millî hayatımızdaki iyi, kötü bütün dönüm noktalarını bilmek, bütün fertlerin ortaklaşa sevineceği, üzüleceği tarihlere malik olmak, mânevî yapısı kuvvetli bir millet olmanın ilk şartlarından biridir.

İskender’i, Sezar’ı, Arslan Yürekli Rişar’ı, Deli Petro’yu, Napolén’u ezberleyen Türk gençlerinin bu devletin nasıl kahramanlıklarla kurulduğunu, Çağrı Beğ adındaki destâni kahramanın neler yaptığını, Doğu Roma İmparatorluğu ile göğüs göğse yapılan korkunç savaşların Türk başbuğları olan Kutalmış, İbrahim, Inal, Yakutu, Resul Tegin, Buka, Anasıoğlu, Hasan Artuk, Afşın ve arkadaşları gibi ölmezleri bilmemesi hazin olduğu kadar da ayıptır. Bunlar lise ve ortaokulda değil, daha ilkokulda bellenecek şeylerdir. Bunları öğrenelim ve hatırlayalım. Yalnız ümidimizin zayıfladığı anlarda değil, her zaman aklımızda tutalım, gönlümüzde saklayalım.Selçuk Hanedanının idaresindeki enerjik ve gözüpek Oğuzlar’la bunlara katılmış olan birtakım doğu Türkleri, Hazar, Karahanlı ve Gazneli devletleri arasında bocaladıktan, hattâ büyük kırgınlar geçirdikten sonra nihayet “Horasan’ı elde etmek” fikri etrafında hamle yapmaya başladılar.Gazneliler İmparatorluğu’nun büyük ve zengin bir vilayeti olan Horasan, Selçuklular için bir yaşama vasıtasıydı. Geçimlerini sağladıkları sığır, koyun ve at sürülerine otlak Horasan’da, kendilerine vergi verecek zengin şehirler yine orada idi. Burası için yapılan değişik tarihli birkaç savaş hiçbir meseleyi halletmemiş ve iş, kesin sonuçlu bir savaşa kalmıştı.Büyük sultan Gazneli Mahmud’un oğlu olan Sultan Mesud yüksek bir kumandan, eşsiz bir kahraman, fakat kararsız, zalim ve sarhoş bir devlet başkanıydı.

Ana davalarda sık sık ve lüzumsuz karar değiştirmeleri yüzünden kumandanlarının güvenini kaybetmiş, bu kumandanlardan bazıları, sarhoşluk sırasında hakaretine uğradıkları sultana gücenerek Selçuklulara katılmış, bu da sultanı bütün kumandanlarından şüphelenir hale getirmişti. Horasan’da Selçuklular lehine propaganda yapılıyor, din bilginleri kendi sarhoş sultanları yerine içki içmeyen Selçuk prenslerinin gelmesini istiyor, bundan başka tüccar ve esnaf sınıfı da daha az vergi alan Selçukluları tercih ediyordu.Her iki tarafında birbiri arasındaki casus şebekesi iyi işliyor, tarafların hareketleri ve hazırlıkları birbirine malûm oluyordu.Sultan Mesud bu işi kökünden halletmek için büyük hazırlıklar yapmış ve o zamana kadar görülmemiş bir ordu tertiplemişti. İyi silâhlı 100.000 kişi olan bu orduda 50 tane de savaş fili vardı. Bu ordu, Türklerden başka Hindli, Efganlı, İranlı, Arap ve Kürtlerden meydana gelmişti.Selçuklular 20.000 kişiden daha azdı. Fakat çok disiplinli ve hafif silahlı olduğu için son derece çevik atlılardan kurulu bir ordu idi. Gaznelilerin kalabalık oluşu daima su ve yiyecek sıkıntısı doğuruyordu.17 Mart 1040’ta Gazneli ordusu Nişabur’dan Serhas’a doğru hareket etti. Serhas’ta toplanmış bulunan Selçuklular da kıpırdadılar. Gazne ordusunun uğrağındaki yerlerde yiyecek bir şey bırakmadan, kuyuları doldurarak çekilmeye başladılar.13 Mayısta Gazneliler, Serhas’a girdi. Fakat açlık içinde yürüyüşte hayvanların çoğu ölmüş, suvarilerin büyük bir bölümü atsız kalmış, ölmeyen atlar bitkin bir hale gelmiş, daha kötüsü, açlık yüzünden ordu silah kullanamayacak kadar kötülemişti.Serhas haraptı. Ahali de Selçuklularla birlikte kaçmış, Selçuklular işe yarar ne varsa götürmüş, götüremediğini yakmıştı. Gazneli kumandanları yiyecek bulmak için Herat’a dönmeyi tavsiye ettilerse de sultan bu fikre yanaşmadı. Selçukluların da aç olduğunu söyleyerek bu işi kökünden bitirmek üzere taarruz lâzım geldiğini, hedefin Merv olduğunu, aksi bir fikirde bulunanı idam ettireceğini bildirdi.16 Mayıs 1040ta Gazneli ordusu, Selçukluların yeni karargâhı olan Merv’e yürümeye başladı. Susuzluktan büyük sıkıntı çekiliyor, hastalıkta başlamış bulunuyordu.18 Mayıs’ta, susuzluğa çare olmak üzere kuyular kazıldı ve çevrede bulunan kamışlıklara, Selçuklulara sığınaklık etmesin diye ateş verildi. Fakat kuyulardan çoğunun suyu acı çıktı.21 Mayıs’ta Börü Tegin buyruğundaki 1500 Sekçuklu ile ilk çarpışma yapıldı. Bunlar yağmur gibi ok yağdırarak yıldırım gibi bir hücum yaptılar. Gaznelilerin ağır süvarisi kendilerine taarruz edince çekildilerse de ağırlıklardan bir kısmını alıp götürmeyi başardılar.Bu ilk çarpışma, Gazneliler ordusundaki mâneviyat kırıklığını ve disiplinsizliği açığa vurmuştu.

Gazneliler ordusundaki Türk hassa askerleri, kendi komutanları olan ünlü başbuğ Beğdoğdu’ya başvurarak deveye binmekten usandıklarını, ertesi gün bir savaş olursa ister istemez Tacik( = İranlı ve Efganlı ) ve Arap askerlerin atlarını alacaklarını, savaşa ancak böyle gireceklerini söylemişlerdi.Bu sırada Merv’de bulunan Selçuklular da büyük Gazneli ordusunun taarruzu karşısında ne yapmak gerektiğini konuşuyorlar, bir karara varamıyorlardı. Nihayet kararı Tuğrul Beğ’e bıraktılar. Tuğrul Beğ, görülmemiş büyüklükteki Gazneli ordusunun gelmesi dolayısıyla büyük göçe, Dihistan yoluyla İran içerisine yürümeye taraftardı. İranlılar korkak olduğu için bize dayanamaz diyordu. Gaznelilerle yapılacak savaş başarısızlıkla biterse Selçuklu topluluğunun dağılacağından çekiniyordu.Çağrı Beğ, bu fikre itiraz etti. “Buradan kaçıp İran’ı alacak idiysek bunu başlangıçta yapmalı ve böyle ulu bir padişahın kemerine el atıp savaşa çağırmamalıydık” dedi. Savaşı kabulün kaçınılmaz olduğu hakkındaki delillerini sayıp döktü. Yalın atlılar olup erkekçe dövüşürlerse savaşı kazanacaklarını söyleyerek sözlerini bitirdi. Bu düşünce kabul edildi.Kadın, çocuk, hasta ve yaşlıları ayırdılar. Bunları ve ağırlıklarını, sıska ve cılız atlı 2-3 bin kadar süvariyle birlikte uzaklara, çöllerin içine gönderdiler. Savaşa elverişli askerlerini sayarak 16.000 kişi olduklarını anladılar.

Sayıca az olan bu ordunun mânevi kuvveti çok üstün, silahları pek iyi idi. Ordunun başkomutanlığını Çağrı Beğ, öncü komutanlığını Karahanlı Hanedanından Börü Tegin aldı.Selçukluların bu kararı, aralarında bulunan Gazneli casuslar tarafından Sultan Mesud’a bildirildi. O gece suvarinin getirdiği mektupları okuyan Sultan Mesud bu rapor üzerine kendi adamlarıyla konuştu. Merv’e ihtiyatla yürümek kararı verildi.22 Mayıs 1040 Perşembe günü Gazneliler Savaş düzeninde ilerlemeye başladılar ve biraz sonra Türkmen birliklerinin çevik atlarıyla ayrı ayrı yerlerde yaptıkları hücumlara uğradılar. Selçuklu birlikleri arasında Gaznelilerden Selçuklulara geçmiş kölemenler de vardı. Bunların, eski kapı yoldaşlarını çağırmaları epeyce tesirli oluyor, bir kısmı Selçuklulara geçtiği gibi, bir kısmı da, hiç olmazsa savaşa seyirci kalıyordu. Saray kölelerinin böyle gücenmelerine sebep de Sultan Mesud olmuştu. Çünkü ihtiyar ve gözleri görmez diye küçümsediği Beğdoğdu’yu hiçe saymış, Türk kölemenlerin başına Sultan Mesud ’i getirmişti.Sabahtan öğleye kadar süren savaşta Gazne ordusu, subayların fedakârlığı ve her önüne geleni deviren Sultan Mesud’un kahramanlığı sayesinde Selçukluları püskürttüyse de yine ağırlıklarından bir kısmını onlara kaptırdı.Selçuklular çekildikten sonra Gazneli ordusu birkaç kilometre daha yürüyerek su bulunan bir yere vardı ve burada disiplin adına bir şey kalmadı. Susuzluktan bunalmış olan askerler subay, konutan dinlemeden suya saldırdılar.

Bu sırada Selçuklular bir hücum yapsalardı bu ordu dağılırdı. Fakat karargâh kurmuş oldukları Dendânekan ovasında kesin sonuçlu savaşı yapmaya karar vermiş olan Selçuklular bu hücumu yapmadılar. Gazneliler ordusu gece yarısına doğru susuzluğunu gidererek düzene girdi.23 Mayıs Cuma ( = 9 Ramazan 431 ) sabahı Gazneliler yine yürümeye başladı. Bu orduda 12 fil kalmıştı. Selçuklular hemen taarruza geçtiler. Haykırarak yıldırım hızıyla saldırıyorlar, ok yağdırıp çekiliyorlar, sonra yine geliyorlardı. Gazneliler bu çevik birliklerle çarpışa çarpışa kuşluk zamanı Dendânekan kalesi önüne vardı. Kale, Selçuklulara teslim olmamıştı. Gaznelilerin susuzluktan çok bunalan bir takım askerleri, subayların emirlerine rağmen kale önüne gelerek içerdekilere mataralarını uzatıyorlardı. Sultan bunların orduya katılmasını beklemeden taarruz emrini verdi. Selçuklular düzgün sıralar halinde sessizce bekliyorlardı.Büyük savaşın başlayacağını anlayınca Gazneliler ordusundaki Türk kölemenler develerden indiler. Aşağı gördükleri İranlı ve Efganlıların atlarını almak istediler. Onlarda vermek istemediğinden kavga çıktı. Selçuklular bu fırsatı kaçırmadılar. Şiddetle saldırdılar. Sultan Mesud’un yakışıksız bazı hareketlerinden kırgın olan Türk askerlerden birçoğu ırkdaşları olan Selçuklular tarafına geçti.İki ordu göğüs göğse gelince Gazneli ordusunun akıncı birlikleri olan ve askerî bakımdan ordunun en değersiz bölümünü teşkil eden Arap ve Kürt birlikleri dağılıp kaçtılar. Ordunun en kalabalık unsuru Hindlilerdi. Fakat daha önce Selçuklulara birkaç kere yenilmiş olan Hindlilerin gözleri yılgındı. Bunlarda daha fazla dayanamayıp bozuldular. Komutanlarla subaylar olağanüstü gayret ve cesaretle vuruşarak bozgunu önlemeye çalıştılarsa da olmadı. Gazneli ordusunun merkezi sonuna kadar dayandı. Burada sultanla kardeşi ve oğlu bulunuyor. Sultan Mesud her vuruşta bir Selçuklu devirerek silahların hakkını veriyordu. Selçuklular onun yanına yaklaşmaktan çekinmeye başlamışlardı.Fakat bu, neticeyi değiştirmedi. Böyle olduğu halde sultan, yenilmiş olmayı bir türlü kabul etmiyordu.

Nihayet kumandanlarından biri onu uyandırdı: Çekilmezse Selçuklu karargâhına tutsak olarak gideceğini hatırlattı. Çâre yoktu. Çekilme emrini verdi. Kendisi de file binerek kaçmaya başladı. Yanında 100 kişi kalmıştı.Türkmen atlıları kendisini şiddetle kovalıyordu. Sultan bunların yaklaştığını görünce filden ata binerek üzerlerine saldırdı. Birini kılıçla ikiye biçti. İkincisini gürzle öldürdü. Böylelikle onların eline düşmekten kurtuldu.Selçuklular tam bir zafer kazanmışlardı. Sultan Mesud’un hazinesi, ağırlıkları alınmış, ordunun çoğu tutsak edilmişti. Çağrı Beğ kazandığı zaferin büyüklüğünü ilkönce anlayamadı. Ordusunun her tarafa akın yapmasına izin vermedi. Yalnız bir kısım atlılarını kaçan orduyu kovalamaya gönderdi. Sultan Mesud’un askerlerini toplayarak geri dönmesi ihtimaline karşı ordusunu saf halinde düzene koyarak hazırladı. Yiyip içmek gibi zarurî ihtiyaç zamanları dışında bütün ordusunu üç gün, üç gece at üstünde, silah elde bekletti. Bu tedbir pek de boşuna değildi. Çünkü büyük Gazneli ordusunun ölü ve tutsaklarını çıkardıktan sonra çölde dağılmış olanları da yine 40-50 kişi kadar vardı ki bunların bir iki konak ilerde toplanıvermeleri büyük bir tehlike yaratabilirdi.Çağrı Beğ, Sultan Mesud’un bitkin bir halde Mervirûz’a düştüğünü ve yanında kuvvet kalmadığını öğrendikten sonradır ki üç gündür at üstünde beklettiği ordusuna dinlenme buyruğu verdi.Artık Horasan kendilerinin olmuştu. Birkaç gün sonra zaferlerini kutlayarak devletlerini ilân ettiler. Devletin başkanlığına Çağrı Beğ’in kardeşi Tuğrul Beğ getirildi.

Kahraman Çağrı Beğ, ölünceye kadar Horasan vilayetinin beği olarak kaldı. Böylelikle, 1040 Mayısında Türkiye kuruldu. Bu Türkiye, sonra İran, Irak, Azerbaycan, Anadolu ve Suriyeyi alarak Ortaçağın en mühim devletlerinden biri oldu. Haçlılarla çarpışarak varlığını korudu ve tarihin garip ve başka milletlerde örneği görülmemiş bir tecellisiyle, kurulmuş olduğu toprakları kaybederek sonradan aldığı yerlerde tutundu.Tarihleri boyunca daima batıya ilerleyen Türkler, Osmanlılar zamanında da Almanya ve Fasa kadar uzandılarsa da sonra geri çekilmeye mecbur kalarak Anadolu’da tutundular.Şanlı ve destana benzeyen geçmişimizi silinmez çizgilerle beynimize ve gönlümüze çizelim. Onu daima hatırlayalım. Çünkü kuvvetimizin kaynağıdır. Hatırlayalım ve ümit edelim.Dendânekan Savaşı’nın askerlerine, Gazneli ordusunun Türkleri de dahil olduğu halde rahmet! Onlardan hız alan bizlere görevimizi başarmak için kuvvet!…

Nihal ATSIZ

Orkun, 10. Sayı, 15 Kasım 1962
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimdışı Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2289
Ynt: ATSIZ BEY'İN MAKALELERİ
« Yanıtla #22 : 29 Ocak 2013 »
Yobazlık Bir Fikir Müstehâsesidir

“Türkçülüğe Karşı Yobazlık” adlı yazım (Ötüken, 1970 Martı), cevap değil, birbirini tutmaz avâmi tekerlemeler ve örtülmek istenen küfürlerle karşılık gördü.

Konya’daki “Oku” dergisi yazarı Hasan Bağcı, Ziya Gökalp’ın Türkçülüğü islamiyete karşı çıkardığını, Türkçülüğün büyük Yahudi himayesi gördüğünü, fakat bundan Gökalp’ın habersiz olduğunu yazarak bir de kehanet savuruyordu: “Dünyalar arası büyük muhasebede ölüm dönemecini kıvrılamayan ve inkâr uçurumuna yuvarlanan Ziya Gökalp….”

Sanki Hasan Bağcı o dönemeçte bekçilik ediyormuşçasına söylenen bu sözlere karşı Gökalp’ın Müslüman olduğunu, Yahudiliğin Türkçülüğü hiçbir zaman istismar edemediğini açıklamış, Türkçülüğü Gökalp’ın icad etmediğini söylemiş, kendisine bazı sorular sormuştuk. Bu sorular şunlardı:

1) Ölüm dönemeci ile kasdolunan nedir?

2) Gökalp Türkçülük yolunda hangi himayeyi görmüştür?

3) Yahudilere açılan istismar kapısı nedir?

Hasan Bağcı bunların hiçbirisine cevap verememiştir. Veremez de… Çünkü ölümden ötesi meçhul bir yokluk olduğu gibi Hasan Bağcı da ne Gökalp’ın eserlerini okumuş, ne de onun hakkında yazılanları görmüştür. Onun “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, garp medeniyetindenim” dediğinden de haberi yoktur. Sadece dini bir taassupla, sırf Gökalp Türkçü olduğu için ona düşmandır.

Yobazlık milletlerarası hastalıktır. Kızılı olduğu gibi yeşili de olur. Fikirlere ve içtihadlara saygı duymak ve onlarla tartışmak seviyesinde olmadıkları için daima yırtınırlar, küfür ve iftira ederler, ilim ve mantık alanı içinde konuşmaktan aciz oldukları için karşımıza daima ayet ve hadisle çıkarlar. Soy soy insanların bir tek Adem’le Havva’dan türediklerine, Adem’in 1050 yıl yaşadığına, Havva’nın her yıl biri erkek biri kız olmak üzere ikiz evlat doğurduğuna ve bu kardeşleri birbiriyle evlendirdiklerine inanırlar. Bir Sümer masalından çıkan tufan ve Nuh’un gemisi onlarca tarihi bir hakikattır. Hangi Teknik Üniversiten mezun olduğu belli olmayan Nuh’un yaptığı o pazarcı kayığına her cins hayvandan birer çiftin girip sığması ve 40 tufan gününde birbirini yemeden uslu uslu oturması da gerçektir vesaire… Şimdi bu kafadaki adamla bir fikir tartışması yapmaktaki trajediyi düşünün. Böyle bir seviyede bulunan Hasan Bağcı “İslama Karşı Yobazlık” başlıklı yazısında bakın neler söylüyor:

Türkiye’mizde son yıllarda cesaretini artıran türlü akımlar arasında bir de hakiki Türk görünme, dini ve Allah’ı bir tarafa atma hastalığı türemiştir. Hakiki Türk ruhunun şiddetle nefret ettiği bu tarz hastalıklar da yine ve maalesef son yıllarda biraz bolca yetiştirdiğimiz “yarım münevverler” arasındadır.

Onlar “ben akılsızım”, “ben vicdansızım”, “ben hırsızım” cinsinden acı bir yoksulluğun ifadesi olan bu tuhaf övünmeleriyle sevine dursunlar beri yanda dünyaya hatta fen sahasındaki buluşlarıyla ışık vermiş hakiki mütefekkirlerin daima insanlığı Allah’a götürme yollarını aydınlatmak için çalıştıkları görülür…

Sahasının dışında mefkuremize saldırmak suretiyle makalemizin başlığını hak eden sayın Atsız’ın yazısında o kadar çok hata var ki, bunları teker teker düzeltmek, bir ortaokul talebesinin kompozisyonunu düzeltmeye benzeyeceğinden, biz, mefkuremiz yönünden sadece bizi ilgilendiren ve pek mühim hatalarını müsaadeleriyle düzelterek cevabımıza başlayacağız.Fikir ve ülküleri birbirine tamamen aykırı insanlar arasında da konuma ve tartışma olabilir. Fakat edep ve terbiye dairesinde olur. Hasan Bağcı’nın yukarıya aldığımız satırlarındaki edep seviyesi onun zavallılığının kesin tanığından başka nedir ki? Biz yarım münevvermişiz. Hakiki Türk görünme hastalığı ile Allah’ı bir yana atmışız. Bu ise akılsızım, vicdansızım, hırsızım gibi acı bir yoksulluğun ifadesi imiş.

İşte Müslüman münevveri Hasan Bağcı’nın edep ve terbiye seviyesi…

Bir de bedbahlığımız ortaya çıkıyor: Bunca yıllık edebiyat öğretmenliğimize rağmen yazımız düzeltilmeye muhtaç tahrir vazifesi gibi yanlışlarla dolu imiş..

Bütün bunlardan sonra da “Müslüman etrafına saldırmaktan münezzehtir” demekten çekinmiyor. Bu da saldırmak değilse Tanrı bütün insanları ve hayvanları Hasan Bağcı’dan korusun.

Onun, “Oku” dergisinin üç sayısında devam eden yazı serisinde iddialarımıza ve sorularımıza cevap bulamadık. Gökalp’a saldırmakla başlayan yazısında zaten fikir değeri yoktu. Gökalp’ı tenkid etmek hatta yere vurmak için ilk şart olarak onun eserlerini okumak gerekirken bu zavallının o eserlerden haberi yoktu. Yalnız İslam taassubu ile Türkçü Gökalp’ın aleyhinde bir şeyler geveliyordu.

Şimdi bazı gerçekleri tekrarlayarak bugüne kadar kaç kere anlattığımız halde bazı beyinlere girmeyen düşüncelerimizi bir daha söyleyelim:

İnsanlar eşit değildir. Tabiatta eşitlik diye bir şey yoktur. Tabiatı Tanrı yarattığına göre demek ki Tanrı canlılar arasında bir eşitlik düşünmemiştir. İnsanlar hak ve hukuk bakımından da hiçbir zaman eşit olmamışlardır. Kanunlar devlet başkanı ile herhangi birisine yapılan hakareti aynı şekilde cezalandırmaz. Ancak insanlar, ızdırapların azaltılması için aradaki farkı mümkün mertebe azaltarak nisbi bir adalet ve eşitlik kurmaya çalışmışlardır.

Hasan Bağcı’nın bize öğrettiğine göre İslamiyet ırk ve renk tanımazmış. Komünizm de tanımıyor. Amerikan anayasası da tanımıyor ama gerçekte bu fark daima vardır. İslamiyetin ırk ve renk tanımadığı çağlar bir daha dönmemek üzere geride kalmıştır. Birinci Cihan Savaşında, İslam kardeşlerimiz Arapların İngilizlerle birleşerek Türk ordularını nasıl arkadan vurduklarını unutmadık. Bu Arap ihanetinin başında Peygamber soyundan gelen şerifler bulunuyordu ki bunlardan birinin hatıraları Hayat Tarih Mecmua’sında tefrika edilmektedir. Hasan Bağcı okusun.

Biz Türkçüler ırkı tanıyoruz. Zaten mevcut olmayan eşitliği kabul etmiyoruz ve soyumuzun üstünlüğüne geçmişteki örnek ve eserleriyle inanıyoruz.

İslamiyet Türkler sayesinde yaşadı ve yükseldi. İslamiyet Türkleri değil, Türkler İslamiyeti yüceltti. Biz İslam olmadan önce de büyüktük. Keramet İslamiyette olsaydı her Müslüman millet yükselirdi. Hele tarafımızdan birkaç kere tekrarlandığı gibi islamiyetten önce büyük devlet olan İran, İslam olduktan sonra bugünkü durumuna düşmezdi.

Hasan Bağcı şöyle diyor: “Bütün insanlar yeryüzünü imar etmek, çalıştırmak ve hazinelerinden faydalanmak bakımınsan Allah’ın bir halifesidir. Bütün insanlar kardeştir.”

Şu ibareden “Allah’ın birer halifesidir” kelimesini kaldırırsak geride kalan fikir tam bir Marksist düşünce olmuyor mu? Allah’ın halifesi olan bütün insanlar arasında Stalin ile Moşe Dayan da var mı? Bütün insanlar kardeşse Hasan Bağcı, Çingene vatandaşlarla kardeşliği ve hilalin Çingeneler eliyle de yükselebileceğini kabul ediyor mu?

Yine Hasan Bağcı şunu da söylüyor: “İslam düşüncesinde sömürgecilik yoktur. Çünkü İslam örfünde bütün beşeriyet tek ümmettir.”

Bu da günümüzdeki komünistlerin sözleriyle tıpatıp mutabakat gösteriyor. Fakat hakikat değildir. İslam düşüncesinde sömürgecilik vardır. Ülkeler fethetmek, bu ülkeyi haraca bağlamak sömürmekten başka bir şey olmadığı gibi bütün beşeriyet de tek ümmet değildir. Peygamber “ümmetim” diyerek yalnız Müslümanları kasdetmektedir ve İslam geleneğine göre mahşerde yalnız kendi ümmeti için şefaat edecektir. Herhalde Lenin’in cennete girmesi için Tanrıya ricada bulunmayacaktır ama Pasteur veya Koch’la Hasan Bağcı arasında tercih yapmak durumuna düşerse ilk iki gavuru seçeceği muhakkaktır.

Hasan Bağcı, Türkçüleri “Allah’ı bir tarafa atmak”la suçlayarak a fikri ve ilmi seviyesini göstermiştir. Türkçüler “Tanrı’yı bir tarafa atmamıştır. Atmaz da. “Tanrı Türk’ü Korusun” sözü Türkçülerin sloganıdır. Tanrı, insan zeka ve idrakinin kavrayamıyacağı yükseklikte olduğu için ikidebir onu ortaya sürerek, üzerinde kırıcı tartışmalar yapmanın aleyhindeyiz. Eski Türkler büyük saygı duydukları varlıkları öz adları ile anmazlardı. Tanrı, ne din göklerin bir yerindeki tahtının üzerindedir. Onun nasıl olduğunu, ne olduğunu bilmeye imkan yoktur. Olsaydı din bilginleri asırlar boyunca birbirine girmezdi. Tevrat’ın Tanrı ile insanı aynı şekilde tarif etmesi ne kadar iptidai ise, dünyadan 400 km yukarıya fırlatan Rus astronotunun, uzayın sonsuz olduğunu unutarak “uzaya çıktım ama Tanrı’yı göremedim” demesi de o kadar budalacadır.

Bilimdeki türlü ilerlemeler geliştikçe kainatın din kitaplarında yazıldığı gibi altı günde yaratılmadığı, bu oluşumun milyarlarca yüzyılda meydana geldiği, hele insanların 6000 yıl önce yaratılan muhayyel bir Adem’le hayali bir Havva’dan türemedikleri ispat olunmakta ve ilim artık, kısa ömürlü de olsa canlı hücre yaratacak seviyeye ulaşmış bulunmaktadır.

Bütün bunlardan sonra din bir ahlak ve vicdan sistemi diye kabul edilmedikçe ilmin karşısında iflasla mahkum olacağı gibi Tanrı’yı insanların günlük işlerine kadar karışan bir varlık diye düşünmenin saçmalığı kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Bugünün din bilgileri artık başka türlü açıklıyor ve Tanrı’nın bazı kimselerin yani peygamberlerin gönlüne vahiy yoluyla ilhamlarda bulunduğunu kabul ediyorlar. Din kitaplarındaki tarihi ve ilmi yanlışları da ilhamı alanın insan olmasıyla tevil ediyorlar. Zaten böyle olmasaydı din kitapları insanlığın sonuna kadar değişmeyecek hakikatlerle dolu olur, insanlığın geleceğini ve geleceğindeki tehlikeleri açıklar ve mesela zararı nisbeten az olan alkol haram edilirken ondan on kat tehlikeli olan türün ve hele eroin hakkında sükut edilmezdi. Tanrı günün birinde insanların tütünü ve eroini bulup kullanacaklarını, bunun büyük bir felaket olduğunu bilmiyor muydu? Milyarlarca yıl sonraki kıyamet haber verildi de neden birkaç yüzyıl sonra ki zehirden söz edilmedi?

Çünkü din, ilahi ilhamla olsa bile sosyal bir müessesedir ve her peygamber de nihayet kendi bilgisi ve görgüsü kadar düzen ve yasak koymuştur.

Kumar, içki ve her türlü fuhşiyatla yozlaşmış, karılarını değiştiren ve kız çocuklarını gömecek kadar vahşet gösteren bir toplumda Muhammed’in başka türlü davranmasına imkan yoktu. Onlara korkunç cehennem azapları gösterecek ve dünyada doğrulukla yaşayanlara da öte alemde köşkler, Kevserler, yiyecekler, güzel huri kızları vaat edecekti.

Fakat aydınlık kafalardaki şüphe daha başlangıcından beri hükmünü yürütmüş, bu uğurda çok insan ziyan edilmiştir. Bir kısmı iki uç arasında bocalayarak sapıtmış, kimisi tarafından evliya, kimisi tarafından zındık ilan edilmiş (İbnü’l Arabi) kimisi delirerek Tanrılık iddiasına kalkmış (Hallac-ı Mansur), bir kısmı da tam yobazlaşarak dini katı ve tartışılmaz kaideler manzumesi diye kabul ederek islamiyeti bugünkü perişan duruma sürüklemiş ve birbirlerini tekfir etmekle ömür tüketmiştir.

Büyük İslam bilgini ve mütefekkiri diye kabul olunup kendisine “Hücetü’l İslam” yani Müslümanlığın delili denilen Gazali (yahut Gazali) “el-Munkız” adlı eserinde Farabi ile İbni Sina’yı tekfir etmiştir. Halbuki bu ikisi yalnız islamiyetin değil, bütün insanlığın iki büyük dehasıdır. Aristo’dan sonra Farabi’ye insanlığın “ikinci öğretmeni”, İbni Sina’ya da “üçüncü öğretmeni” diye bakılmıştır.

Hüccetü’l-İslam bu herzeyi yedikten sonra Hasan Bağcı’nın Gökalp’ı da Türkçüleri de tekfirinde şaşılacak nokta yoktur. Gazali her şeye rağmen bilgindir. Hasan Bağcı’nın ne olduğunu bilmiyoruz.

Yobazlara göre Tanrı, insanların ne yolda hareket edeceklerini, daha kainatı yaratmadan önce tesbit etmiştir. Bunların hepsi Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. (bu yazıların dili de herhalde Arapça olacaktır.) O halde insanları cezalandırma neye? Madem ki insanlar Tanrı’nın iradesiyle suç işliyorlar, akılları, fikirleri, iradeleri Tanrı’nın ezeli kararı karşısında bir işe yaramıyor, ceza neden?

Bu soruyu ben sormuyorum. 14. yy’da yaşamış olan İbni Yemin soruyor. İbni Yemin, Türk ırkından bşr İran şairidir. Ona göre dünya bir takım gayesiz olayların ardı ardına gelmesinden ibarettir. İbni Yemin, insanların daha önce Tanrı tarafından tesbit edilen şekildeki davranışları dolayısıyla öteki dünyada sorumlu tutulmalarının hikmetini anlıyamıyor.

Tekfir edilip başları belaya girmesin diye ihtiatlı bir dil kullanmak şartıyla pek çok şair ve bilgin bu noktaya temas etmiş, Bağdatlı Ruhi meşhur terkibi bendinde yobazları yerin dibine batırdığı gibi şarabın haram edilmesini kabul etmemiş, hatta büyük Türk şairi Abdülhak Hamit , şaheserleri olan “Makber” de, genç yaşta ölen eşi Fatma Hanım için Tanrı’yı sorumlu tutup ona isyan ettikten sonra, Yaradanı, insanlarla oyuncak gibi oynayan ulu bir çocuğa benzetip Fatma Hanım’a:

Çıktın mı huzûr-ı Kibriyâya

Bildin mi nedir o tof-ı ekber

Demekten kendisini alamamıştır.

Hasan Bağcı’ya göre, tabii bunların hepsi küfürdür. Bunları söyleyenler ve Allah’ı bir yana atan Türkçüler hep “tamu”da yanarken kendisi cennetin köşklerinde Huriler arasında zevkedecektir. (Sopayla Cennet kapısında bekleyip içeriye kimseyi sokmayan Birgili’den fırsat bulursa)

Hasan Bağcı’nın hoş bir tarafı da, sanki Peygamberin özel kalem müdür imiş de başından geçenleri not etmiş gibi kesinlikle onun hakkında bize bazı olaylar anlatmasıdır. Peygamberlerle amcası Ebu Talib’in bir konuşmasından bahsetmektedir. Acaba bunu nerden öğrendi? Uydurma hadislerden mi? Bizi yarım münevver görüp islami bilgilerde pek cahil sandığına göre tam bir aydın ve aydınlık kişi olarak tanık ve kaynak göstermesi lazımdır.

Peygamberin hayatı hakkında ilk siyer kitabını yazan İbni İshak, hicri 151’de ölmüştür.yani Peygamberlerle arasında yüzyıldan çok zaman vardır. Olmasa bile İbni İshak’ın eseri bugün ortada tam olarak yoktur. Mevcut parçalarını İngilizler neşre hazırlamışlardı. Basıp basmadıklarını bilmiyorum. Peygamber hakkında elimizde tam olarak mevcut eser ise hicri 213’te ölen İbni Hişam’ın siyeridir ki İbni İshak’tan da bazı parçaları kendi eserine almıştır. Fakat bununla da Peygamber arasında iki asır zaman vardır. İki asır geçtikten sonra, daha çok ağızdan toplanan söylentilere dayanılarak yazılan tarihi hadiselerin gerçeğe ne kadar uyacağı tarih metdolojisi hakkında bir nebze fikri olanlarca malumdur. Bu sebeple İslam tarihinin başlangıcı hakkında ortaya sürülen vukuattan çoğunun menkabe mahiyetinden ileri geçmediği, hele birçok kimse tarafından naklolunan hadiselerden hiçbirisine güvenilmeyeceği ortadadır.

Peygamberin çevresindeki ahlak bozukluğunu görerek çareler aradığını, tedbir düşünmek için dağlara çekilip insanlardan uzakta yaşadığını ve ta eski Mısır’dan gelerek Yahudilere geçen “tek Tanrı” fikrini akıl ve duygusuyla kabul ederek Arap putçuluğuna karşı çıktığını görüp anlamak için yobaz olmaya, bir takım masallara inanmaya, eski Sümer’den ve Mısır’dan gelip Yahudiler aracığıyla öteki milletlere geçen inançları ilahi hakikat diye kabul etmeye lüzum yoktur. Hele Yahudi kırallarını peygamber diye Türk milletine telkin ederek milli mefahiri unutturmak suretiyle İsrailiyyatı hayat ve ahlak sistemi diye önce sürmek milli bir cinayettir.

Hasan Bağcı bana bir tavsiyede bulunuyor: “Lütfen Müslüman’ın kim olduğunu ciddi olarak araştırıp öğrensinler”

Bende kendisine Türk tarihi ve kültürünü araştırmasını, Tanrıkut Mete’nin bu milleti nasıl yarattığını, Çiçi Yabgu’nun milliyetçiliği (yani Türkçülüğü) tarihte ilk olarak nasıl milli siyaset olarak uyguladığını, Orkun yazıtlarında neler yazıldığını, İslamiyetin yasakladığı güzel sanatların Uygurlarda ne derece geliştiğini, cennet mekan Çengiz Han Hazretlerinin yasasının nasıl bir nesne olduğunu iyice incelemesini öğütledikten sonra sorayım: Araştırmam istenen Müslüman hangi Müslüman?

Türklüğün övüncü olan Farabi mi, yoksa tekfir eden Gazali mi? Şehristani’nin saydığı mezheplerin kurucuları mı, yoksa mezarları tahribe kalkan Vehabiler mi? Para vakfını küfür sayarak para vakfı (yani tımar sistemi) üzerine kurulmuş olan Osmanlı devletini yıkmaya kalkışan Birgili öküzü mü, yoksa para vakfedilir diye fetva vererek devleti kurtaran Ebussuud mu? Kendisini son evliya olarak ilan ettiği halde küçük bir kıza aşık olan Muhyiddin-i Arabi mi, yoksa Tanrıyı haksızlıkla itham ettiğini iima eden İbni Yemin mi? Şems-i Tebrizi için garamiyatla dolu koca bir divan yazıp ak sakallı ile rakseden Mevlana mı, yoksa onun baş düşmanı kesilen Vanlı Mehmed Efendi mi?

Birbirinin zıddı olan bu insanlardan hangisinin örnek ve esas Müslüman diye alınarak ona göre hüküm yürütülmesi içinden çıkılmaz bir meseledir. Onun içindir ki dini sosyal bir kuruluş olarak görmek hem gerçeği kabullenmek, hem de dini iç mücadelelerin batağına saplanmaktan kurtarmak olur. Din en iptidai toplumlarda da vardır. Ve bu iptidai dinlerin gülünç talimatı herhalde 124.000 tane olduğu söylenen Peygamberlerden herhangi biri tarafından öğretilmemiştir. İnsanlar akıl ve bilimde ilerledikçe dinler de daha akli olmuş, çok Tanrı’dan iki Tanrı’ya ikiden de bire inerek son safhasını bulmuştur. Dini artık aklın ve ilmin kabul edemeyeceği hurafelerden, saçma inançlardan kurtararak tamamen vicdani bir hale getirmek, üzerinde tartışmamak, bu konulardaki yayınları da yalnız bilginlere bırakmaktan başka çıkar yol yoktur.

Peygamberler de insandır. İnsan oldukları için hataları vardır. İsa aleyhinde Batıda hayli eserler yayınlanmıştır. Muhammed’in de peygamber olmadan önce Kureyş putlarına kurban kestiği ve Halife Ömer’in amcazadesi Zeyd’in kendisini bundan menettiği hakkında İbni İshak’ın siyer parçalarında bir kayıt bulunduğu gibi (İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi cilt I. S.126) Peygamber olduktan sonraki “Garanik” meselesi de bütün İslam aleminde meşhurdur ve tevil olarak “Şeytan, peygamberin içine girerek onun adına öyle konuştu” demek gibi çocukça bir tevile başvurulmuştur. Peki, şeytan bu karganmışlığı yaparken “alim” (her şeyi bilen), basir (her şeyi gören) ve habir (her şeyden haberi olan) Tanrı ne yapıyordu? Görülüyor ki saçmasapan tevillerle beşeri zaafları örtbas etmeye imkan yoktur.

Bunları anlatmamın sebebi şudur: Tanrı insan idraki dışındadır. Kur’an, Muhammed’in talimatıdır. Bunun birçok delilleri vardır. Bir tanesi birçok yerinde aya, güneşe, fecre, atların köprüden ağızlarına yemin ve and verilmesidir. Yemini kim eder? İnsan eder ve kendisinden daha üstün bir varlığın adına eder, Tanrı yemin eder mi? Tanrı’dan daha üstün bir varlık olmadığına göre kendi yarattığı aya, güneşe neden yemin etsin? Görülüyor ki bu yeminler Muhammed’in gönlünden ve beyninden doğmadır ve hatta Araplar arasında İslamiyetten önceki zamanların usul ve adabınca edilmektedir.

Kur’an “alemlerin sahibi olan Tanrı’ya hemdederim” diye başlamaktadır. Belli ki bu söz de Muhammedindir. Çünkü Tanrı , kendi kendisine hamdetmez. Müfessirler her ne kadar Tanrı “böyle diyin” demek istemiştir yolunda tevillere geçmişlerse de Kur’anın sonundaki küçük surelerde olduğu gibi, surenin başına bir “söyle, de ki” hitabını eklemeyi Tanrı düşünmez miydi?

Muhammed’in yirmi küsur yıl süren peygamberliği sırasında bazı ayetlerin mensuh olduğu yani hükümden düştüğü malumdur. Demek ki yirmi yılda bile hayattaki bazı değişikler Tanrı buyruklarını değiştiriyır, Tanrı eski buyruklarını hükümsüz sayarak yenilerini gönderiyor. Peki, hayatın geç ve güç değiştiğini 14 asır önceki zamanların 20 yılında bile ihtiyaçlar ve hükümler değişirken gelişmenin çok hızlandığı daha sonraki 14 asırda değişecek hiçbir şey olmadı mı?

Bu gibi soruların sonu gelmez. Çünkü sosyal bir müessese olan din, hayatla birlikte yürür. Onu donduran, hayatın icaplarına uydurmayarak toplumu geri bırakan yobazlardır. Yobazlık bütün dinlerde vardır. Hıristiyanlar nasıl İsa’yı babasız doğduğu için Tanrı’nın oğlu sayarak Hıristiyanlığı bir türlü putperestlik haline getirmişlerse, bizimkiler de Tanrının dünyayı sırf Muhammed için yarattığını ileri sürerek aynı şeyi yapmışlardır.

Tabi bu arada hakikatı görenler çıkmamış değil fakat susturulmuşlardır. Şehristani’nin “Mülel ü Nihel”inde sayılan mezhep ve fırkaların en makul ve ilmi olanları tutunamamış, aklı hakim kılmak isteyen Mutezile ezilmiş, son olarak ortada kalan Sunilik ile Şiilik ise birbirini kırmak ve tekfir etmekle vakit geçirmiştir. Nerde kaldı İslam kardeşliği? Bunların acaba hangisi doğru?

Kimisi tarafından tekfir edilen, bazılarınca büyük bilgin ve mutasavvıf olduğu kabul edilen meşhur Siavnakadısıoğlu Bedreddin, “Varidat”ında, cennet, huri ve köşk meselelerinin cahillerin sandığı gibi olmadığını söyleyerek söze başlar ve adeta bugünün ilmi kafasıyla konuşarak kainat, hayat ve ahret meselelerini izaha çalışır. Onun idamının bu dini içtihadından mı, yoksa siyasi sebeplerden mi olduğu ayrı bir meseledir. Kainatın kadim (yani başlangıçsız) olduğunu kabul etmekle de islamiyete tamamen aykırı bir fikir ileri sürmekte ve bunu islamiyetle bağdaştırmak için kendi kendisini bizzat yarattığını, çünkü varlığını Tanrı’ya borçlu olduğunu söylemektedir. Tanrı’nın mutlak kudretini, ancak eşyanın istidadında olanı istemek ve yapmak şeklinde düşünmektedir. Yani ateş, Tanrının iradesiyle insanı dondurmaz, ancak yakar. Bunun gibi Bedreddin ahreti de kabul etmemekte, alem ezeli ve ebedidir demek istemektedir. Kıyamete inanmadığı için cesetlerin tekrar birleşip insan olacaklarına kail değildir. Bütün insanlar mahvolsa bile toprağın tabiatı icabı yine bir insan nesli türeyeceğine inanmaktadır. Cennet ve cehennemi, şeytan ve meleği herkesin anladığı manada kabul etmeyip melekleri tabiat kuvvetleri olarak görmekte, hatta peygamberler de bunu bu manada kullanmışlardır diye iddia etmektedir.

Demek ki din hakkında, din bilginleri tarafından birbirine zıt yüzlerce, belki binlerce fikir ileri sürülmüş ve bunların hepsi senet olarak Kur’an ve hadisler kullanılmıştır. Arapça’nın elastiki bir dil olması, bir kelimenin bazen birbiriyle ilgisi olmayan birçok manaya gelmesi, hatta tam zıt anlamda kullanılması (mesela “Mevla” kelimesi hem “efendi”, hem de “köle” demektir.) Kur’anı anlayışta ihtilaflar doğurmuş, yazılan muteber pek çok tefsire rağmen meseleler çözülememiş, Müslümanlar fikir ve kanaat birliğine varamamıştır.

O halde bunun tek çaresi dini şahısların vicdana bırakarak teferruatla uğraşmamak, birbirinin inanç ve tefsirine, anlayışına karışmamaktadır.

Hasan Bağcı, makale serisinin sonuna Türkçüleri ilzam etmek için üstadları Necip Fazıl Kısakürek’in bir parçasını almıştır. Biz o üstadı tanırız, 1945’te meşhur Irkçılar – Turancılar davasından beraat ettiğimiz zaman biz Türkçüleri evine davet ederek mükellef bir rakı ziyafeti çekmiş ve kurucusu olduğu Büyük Doğu Derneğiyle birleşmemizi teklif etmişti.

Necip Fazıl iyi bir nesircidir. Fakat hiçbir yüksek okuldan mezun olmadığı için bir fikir tartışmasında ondan parçalar alıp tanık diye kullanmak doğru olmasa gerektir. Dışardan delil göstermek hususunda ben de kendisine bir profesörün, Prof. Dr. İlhan Arsel’in yazısıyla mukabele edersem herhalde daha kuvvetli bir tanık göstermiş olurum. 18 Ağustos 1970 tarihli Cumhuriyette Prof. İlhan Arsel “Viyana Kapıları” başlıklı yazısında şöyle diyor:

Türk’ün bütün yenilgileri, bütün gerilemelerini, dertlerini bizim gericimiz imamsızlığa veya şeriattan uzaklaşmaya hamleder, zanneder ki Türk sofulaştıkça, yani İslamın dondurulmuş esaslarına gözü kapalı uydukça, yani fanatikleştikçe gelişir, zaferlere erişir hidayete yetişir. Bunlar Türk’ü başarıya kavuşturan tılsımdır. Şeriata yaklaştıkça, dinin kat’i kalıplarına saplandıkça, yani hür iradesini terk ettikçe yani çöl şartlarına büründükçe, yani ilkelleştikçe, Türk ona göre şan ve şerefe kavuşmuştur, büyümüştür, fetihler yapmıştır ve taa Viyana kapılarına gitmiştir. Ağzından eksik etmediği slogan budur. “Viyana kapılarına nasıl gittik?” Neyle gittik? Çarşaflı anaların evlatlarıyla değil mi? Kendi kara cehaleti içerisinde bu milletin gerçek felaketlerinin nedenlerini anlayacak ve kavrayacak yeterlikten yoksundur ve yoksun olduğu içindir ki başka soru sormaz kendi kendisine… Türk yavrusunun beynini körletici medrese eğitimi kurmak, kişileri hür irade verilerine değil de hiç değişmez ilahi emirlere göre robot misali yaşatmak, kadını çarşafa ve çuvala tıkmak ve toplumdan atmak ve buna benzer daha nice ilkel usullerle şeriat düzenini ihya edip bu güzel ülkeyi Yemen örneği Arap ülkelerine benzetmek… Budur gericinin istediği… Budur onun gayesi… Ve bunda başarı sağlamak için uydurduğu masallarda hep imamsızlık bahanesine oturtulmuştur.

Viyana kapılarına iman sayesinde, şeriat düzeni sayesinde gittik diyenlerin bir hatası var ki o da şu: Osmanlı devletinin yükseliş ve çöküş nedenlerini araştırmamak. Eğer biraz zahmete katlanıp okusalar, araştırma yapsalar, ilmi esaslara göre derinlemesine inebilseler ve yükselişin ve bu alçalışın temellerinde gericinin zannettiği ve zannettirmeye çalıştığı gibi şeriata bağlılık nedenlerinin yatmadığını göreceklerdir. Şeriata bağlılık değil, aksine şeriata bağlı olmamak, yani akılcı olmak nedenlerinin yattığını anlayacaklardır. Kanuni Süleyman’a gelinceye kadar ilk on padişahın hayatını ve icraatını tetkik etsinler kafi… Eğer Birinci Muradlar, Fatihler ve Süleymanlar şeriatın bütün gereklerini yerine getirmeye kalksalardı imparatorluk kurmak şöyle dursun, fakat Uç Beği olmaktan ve aşiret halinde yaşamaktan kurtulamazlardı. İlk padişahlar her ne kadar insan varlığına fazla değer veren kimseler olmamışlarsa da (ki bu onların affedilmez kusurudur), şeriatın akla ve hele çıkarlarına aykırı yasaklarına aldırış etmekten kaçınmamışlar ve kendi hür iradelerini ilahi emirlerin üzerine çıkarabilmişlerdir.

Şeriatın kaçamaklarından yaralanmakla kalmamışlar, fakat şeriatın kat’i ve değişmez kabul edilen hükümlerine karşı açıkça cephe almışlardır. Daha açıkçası Kur’anın emirlerine karşı gelmişlerdir. Netekim Yeniçeri teşkilatı, yani devşirme sistemi (Hıristiyan çocukların zorla Müslüman yapılarak yetiştirilmesi) Kur’anda yazılı hükümlere rağmen, yani bu emirlerin bertaraf edilmesi suretiyle kurulabilmiştir. Fatih Sultan Mehmed, dindar bir padişah olmakla beraber “her ilim Kur’anda mevcuttur, başka kitaba hacet yoktur” diye müsbet aklı, ilmi ve fenni bir kenara bırakmış değildi. Kur’an ve şeriatın diğer kaynakları, onun indinde, gerçeklerin tek kaynağı değildi. Bilakis çoğu zaman şeriat hükümlerini yetersiz görerek aklın ve mantığın icaplarına göre hareket etmesini bilmişti. Şeriat esaslarına göre zina fiilinin cezası ya falaka veya ölüm olduğu halde o kendi yayınladığı kadar kanunnamelerle, erkeğin zina fiili için para cezası ihdas etmiştir. Gerçi din adamları ona Kur’anın ve şeriatın “Resim yasakları” ile ilgili hükümlerini gösterirlerken ve bu hükümlerin softaca savunmasını yaparken o, İtalya’dan ressam getirerek (Bellini’yi) kendi portresini ve resimlerini yaptırmıştır…Bu tanımadığım profesörün sözlerine bir şey de ben katayım: Fatih’in kanunnamesindeki “kardeş öldürme” maddesi de İslam esaslarına tamamen aykırıdır. Fakat devletin yaşayabilmesi için başka çare göremediğinden bu merhametsiz hükmü kanunnamesine koymuş, din adamları da işi kitabını uyduruvermişlerdir.

Hiç şüphesiz bir profesörün fikirleri üstad Necip Fazıl’ın şaheseri dine, diyanete vesaireye karışan yazılar değil, “Kadın Bacakları” hakkındaki nefis manzumesidir.

Şimdi biz de Hasan Bağcı’ya bir tavsiyeyle sözümüzü bitirelim: İslamın ilk buyruğuna uyarak okusun. Okusun ama, artık allamesi olduğu din kitaplarını değil de, biraz da Türk tarihini incelesin ve eğer Türk ırkındansa, kendi atalarının kimliğini biraz öğrenerek Türk olmanın gururuna ersin.

Nihâl Atsız, Ötüken Dergisi, 1970, Sayı: 11
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimdışı Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2289
Ynt: ATSIZ BEY'İN MAKALELERİ
« Yanıtla #23 : 29 Ocak 2013 »
Hesap Böyle Verilir

Bu yazıyı yalnız Türkler için yazıyorum. 1931’den beri Türkçülüğe ait yazılar yazdığım için Türkçü efkar-ı umumiyenin şahsım üzerindeki düşüncelerinin bence çok büyük bir değeri vardır. Samimiyetimden şüphesi olan en genç Türkçü bile, bana açıkça sorduğu zaman, hesap vermekten çekinmem. Hatta genç Türkçülerin benim hakkımdaki iyi niyetli tenkitlerini de ne kadar iyi karşıladığımı beni tanıyanlar görüp denemişlerdir. Onun için, benim samimi Türkçülüğümü inkar eden, ülküyü şahsi ihtiraslarım için kullandığımı iddia eden yersiz hücumlara cevap vermeği borç bilirim.

Beş ikinci-teşrin 1942’de çıkmağa başlayan Gök Börü dergisinde “Hesap Veriyoruz” başlığını taşıyan, fakat iyi hesap veremeyen bir yazıda hemen hemen bütün yazı yazan Türkçülere ve bu arada bana yöneltilen hücum ve hicivlere karşılık vermek için kalemi elime alıyorum.

Cihat Savaş Fer imzasını taşıyan, fakat Reha Oğuz Türkkan tarafından yazıldığı pek belli olan bu yazıda birçok Türkçü batırılmış ve ortada samimi Türkçü olarak yalnız Reha Oğuz Türkkan bırakılmıştır. Türkçülüğü büyük bir manevi zarara sokup solcuları sevindiren ve Türkçüler üzerinde pek fena bir intiba uyandıran bu yazının özü şudur:

1- Reha Oğuz Türkkan’ın çevresinde 1935’de toplanmış olan ülkücüler kendilerine “Bozkurtçular” diyerek ortaya atılmışlar ve ölmüş olan Türkçülüğü diriltmişlerdir.

2- Eskiden Türkçü diye tanınan kimselere başvurarak yardım dilemişlerse de, ben de içlerinde olduğum halde, herkes çekinmiş. Hatta ben onların çıkaracakları dergide eski şiirlerimin başka bir imza ile neşrine razı olmuşum (yani onların dergisinde imzamın bulunmasından korkmuşum).

3- Nihayet bunlar dergilerini çıkarıp Türkçülüğü muzaffer kılınca hepimiz bu nimetten istifadeye koşarak, Bozkurtçuların reklamları sayesinde meşhur olmuşum.

4- Ben, iradesi zayıf ve şeflik malihülyasına saplanmış birisi olduğum için bir gün İsmet Rasin”in otomobili ile yaptığımız bir gezintide onlara şef olmayı teklif etmişim.

5- Türkçülüğün Bozkurtçular eliyle muzaffer olduğunu gören Orhan Seyfi ile Yusuf Ziya da Reha Oğuz’un teşvik ve yardımı ile Çınaraltı dergisini çıkarmağa başlamışlar.

6- İsmet Rasin, Bozkurt’a menşei şüpheli paralar bulduğu ve Türk ırkından olmadığı için aralarından çıkarılmış.

7- Ben, Bozkurtçular sayesinde meşhur olduktan sonra aralarından çekilmiş ve bana şeflik vermedikleri için onlara düşman olarak Ankara’ya aleyhlerinde ihbar yapmış ve Bozkurt’un çıkmasına sebep olmuşum.

8- Nurullah Barıman Bozkurt’un parasını yediği için atılmış.

9- Şimdi Türkçülük bu zararlı şahıslardan temizlendiği için artık yolunda hızla yürüyecekmiş.

* * *

Bin bir gece masallarına benzeyen bu yazının, Cihat Savaş Fer imzasını taşımasına rağmen Reha Oğuz tarafından yazıldığı bellidir demiştim. Cihat Savaş’ı tanıyanlar onun yazı yazmayacağını bildikleri gibi içinde “ilkin” gibi Reha’nın daima kullandığı kelimelerin ve “bizimle” yerine “bizle” demek gibi yanlışların bulunduğunu görenler de yazının Reha’ya ait olduğunu anlamışlardır. Daha dün Reha tarafından övülen birçok Türkçünün bugün hep birden yine onun tarafından hicvedildiğini okuyanlar ise bu yazıda yalnız şahsi duyguların hakim olduğunu elbette kestirmişlerdir.Çünkü bu kadar Türkçünün birden fena olmasına imkan olmadığı gibi hepsinin birden Reha tarafından kadro harici edilmesi de şüphesiz aklın alacağı şey değildir. Hakikat şudur ki, kendisiyle birlikte çalışmak kabil olmadığı için İsmet Rasin, Atsız, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Nurullah Barıman, Sami Karayel gibi Türkçüler Reha Oğuz’la ilgilerini kesmişlerdir. “Aramızdan çıkardık” demek için ortada bir şirket veya cemiyetin bulunması icap ederdi. Böyle bir şey olmadığı için “aradan çıkarmak” değil, “ilgiyi kesmek” bahis mevzuu olabilir. Fakat eğer muhakkak “aradan çıkarmak” fiili mevcutsa bunun bir “çokluk” tarafından bir “ferd”e tatbik edilmesi zaruri olur ki bu takdirde aradan çıkarılanın birçok Türkçü karşısında tek kalmış olan Reha Oğuz olması gerekir.

Emek ve zaman harcayarak yazdığım bu satırlara acımakla beraber isnadları reddetmek mecburiyetinde bulunduğum için bütün bu ileri anlatmak ve Türkçü efkar-ı umumiyeye bu meselenin iç yüzünü göstermek artık benim için bir vazife haline gelmiştir. Gereken yerlerde şahit ve vesika göstererek istemeye istemeye bazı şeyleri açığa vuracağım için esef duyuyorum. Fakat buna mecbur edildiğim için de her halde mazurum:

1938 yazında idi. Bir gün Maltepe’deki evime bir genç gelerek benimle (benle değil) görüşmek istediğini söyledi. Çantasında birçok kağıt, dosya, yazılar olan bu genç, kendisini “Orhan Türkkan” diye tanıttıktan sonra cebinden bir kağıt çıkararak bana uzattı ve: – “Hala bu fikirde misiniz?” diye sordu. Kağıda baktım: Vaktiyle “Atsız Mecmua”’da çıkan manzumelerimden birinin son dörtlüğü idi ki:

Hey arkadaş! Bu yolda ben de coşkun bir selim;

Beraberiz seninle!.. İşte elinde elim.

Seninle bu hayatın gel beraber gülelim

Ölümüne, gamına, tipisine, karına.

mısralarından ibaretti. Aktörce hareketlerden hoşlanmadığım için bu “numara” hiç de hoşuma gitmedi. Arkası ne gelecek diye düşünerek ve samimi duygularıma makes olarak: -“Evet, hala bu fikirdeyim” diye cevap verdim. Tiyatro başlıyordu. Karşımdaki genç “öyleyse konuşabiliriz” diyerek çantasını açtı. Bir yandan da anlatmağa başladı. Dedi ki:

- “Türkçü bir mecmua çıkarcağız. Türkçülüğü yaymak için bir cemiyet kurduk. Mecmua bu cemiyetin organı olacak. Sizden de yardım istiyoruz.”

- “Nasıl bir cemiyet? İçinde kimler var? Kaç kişisiniz? Reisiniz kim?” diye sordum.

- “Cemiyetimiz gizlidir. Seksen kişi kadar varız. Reisimiz Avni Motun’dur.” Diye cevap verdi. Avni Motun adını ilk defa işittiğim gibi daha yeni gördüğüm bir gencin gizli bir cemiyetten dem vurmasını nasıl karşılayacağım da belliydi. Kendisine, cemiyet azasını teşkil eden seksen kişinin kimler olduğunu sordum. Ankara’daki yüksek tahsil ve lise talebeleri olduğunu söyledi.

- “Mecmua çıkarmak için yüksek tahsil mezunu bir yazı müdürü ister; onu nereden bulacaksınız?” diye sordum. Bunun üzerine, Ankara Lisesi’nde edebiyat öğretmenleri olan Fevziye Abdullah’ın yazı müdürlüğünü üzerine aldığını söyledi. Çok değerli bir edebiyat öğretmeni olan Fevziye Abdullah’ı tanıyordum. Onun da cemiyetten olup olmadığını sorup menfi cevap alınca bana bahsolunan şeylerde hakikate uymayan birçok noktalar bulduğunu anladım.

Orhan Türkkan, kendisini ve sözlerini şüphe ile karşıladığımı görünce kendilerinin, vaktiyle çıkardığım “Atsız Mecmua” ve “Orhun”’dan milli feyz aldıklarını, kendi çıkaracakları “Ergenekon”un da “Atsız Mecmua” ve “Orhun” yolunda gideceğini söyleyerek dil dökmeğe başladı ve çantasından çıkardığı kağıtlara bakarak programlarını anlattı. Bu, yaman bir programdı. Felsefe, içtimaiyat, ruhiyat, tarih, şiir, roman, siyaset ve her şey vardı. Yüzlerce eser yazacaklardı. Binlerce satacaklardı. Şunu bunu yapacaklardı. Velhasıl birçok fiillerin istikbal sigalarını tasrif ederek bana bir hayli projelerden bahsetti. Sonra “şu yazıyı nasıl buluyorsunuz” diyerek çantadan çıkan bir yazıyı uzun uzun okudu. Herhalde kendisinin pek hoşuna gittiği anlaşılan bu yazı hiçbir fikri değeri olmayan alelade bir edebiyattı.

Uzun konuşmaların sonunda benden yazı istediği zaman henüz kendilerini tanımadığımı, yazı vermek için de dergilerini görmemin şart olduğunu söyledim. O zaman:

- “Atsız Mecmua’da çıkmış olan eski manzumelerinizi dergimize alabilir miyiz?” diye sordu. “Alabilirsiniz” dedim. İlk görüşmemiz böyle bitti.

Bir müddet sonra Avrupa şehirlerinin birisinden bir kart aldım. “Reha Oğuz Türkkan” imzasını taşıyordu. Reha, bana gelen Orhan Türkkan’ın kardeşiydi. Ankara’ya geldikten sonra da mektuplar yazmağa, “Ergenekon” hakkında izahat vermeğe, Türkçülük için ne şekilde çalışmağa hazırlandıklarından bahsetmeğe başladı. O da gizli cemiyet teranesinden dem vuruyor, büyük projelerden söz açıyordu. Halbuki ben gizli cemiyetin de, onun reisi diye tanıtılan Avni Motun’un da bir hayal mahsulü olduğunu anlamıştım. Çünkü meşhur Kun yabgusu “Mete”nin adının daha doğru söylenişi olan “Motun”u bizden başka birkaç Türkiyatçıdan başka kimse bilmiyordu. Bunu ısrarla ileri atan da Hüseyin Namık Orkun’du. Belliydi ki Hüseyin Namık’la temasta bulunup ondan da yazı almağa çalışan Reha Oğuz Türkkan, bu adı ondan duymuş ve muhayyel bir Avni’nin sonuna ekleyerek esrarengiz bir şahsiyet yaratmıştı. Maksat da esrarlı bir hava meydana getirerek gençlerin ilgisini çekmek ve Avni Motun’un mutlak vekaletini alarak onun adına söz yürütmekti.

Nihayet 10 İkinci-teşrin 1938’de aylık “Ergenekon” dergisinin ilk sayısı çıktı. Daha önce benden, tanıdığım Türkçülerin adreslerini istemişler, ben de göndermiştim. Ergenekon’un ilk sayısından onlara da onar, yirmişer tane yolladıklarını, benim adımı vererek kendilerini reklam ettiklerini, Ergenekon’u satmaları için de birer mektup yazdıklarını sonra öğrendim. Kendilerine gizli bir cemiyet azası süsü veren bu gençlere karşı o zamana kadar duyduğum şey yanlı bir güvensizlikti. Fakat Ergenekon’un ilk sayısındaki “Tarihin ve Tekamülün Amili” adlı yazıyı görünce, kendisini dahi sanan pek toy bir genç karşısında bulunduğumu anladım.

Bu ilk sayıya benim eski manzumelerimden birini almışlar ve altına “Bozkurt” diye imza atmışlardı. Bu manzume evvelce imzamla çıkmış olduğu için benim olduğunu herkes biliyordu. Onun için buna aldırmadım. Yoksa şimdi Gök Börü’de iddia olunduğu gibi onların dergilerine yazı yazmaktan çekindiğim için başka bir imza ile çımasını istemiş değildim. Bilakis onlar benim manzumemin altına kasten “Bozkurt” imzasını atarak kendi lehlerine propaganda yapıyorlar, “Atsız bizim cemiyetimizdendir, fakat kendi imzasını koymağa şimdilik mezun olmadığı için Bozkurt imzasıyla yazıyor” diye rivayetler çıkarıyorlardı. Bunları epey sonra öğrendim ve anladım ki bu plan, yani benim manzumemin Bozkurt imzasıyla çıkması, dostlarımı “işte Atsız da Bozkurtçudur” diyerek kendi aralarına almak için hazırlanmış bir inandırma vesilesidir.

Fakat Ergenekon ilk sayısındaki şaheser asıl bu değildi. Bu “Tarihin ve Tekamülün Amili” başlıklı yazı idi. Bunu Reha Oğuz yazmış ise de başka bir gencin imzasını atmıştı. Sebep be bu yazının Reha Oğuz’u göklere çıkaran bir methiye olmasıydı. Bu yazı o kadar garip bir yazı idi ki onu okuyan ve benim tavsiyemle kendisine satmak için on tane mecmua gönderilen bir arkadaş, paketi açmağa bile lüzum görmeden mecmuaları olduğu gibi geri göndermişti. Hakkı da vardı. Çünkü bu yazıda mühim keşfiyat yapılıyor ve lise mezunu bir genç ilmi ve tarihi baştan başa değiştiriyordu. Bakın, bu şaheserden size bazı satırları aynen alıyorum:

Bu önsözü yazmamı rica eden Oğuz’un mektubunu alınca, bir an düşündüm: Avrupa’da bile akisler uyandıracak olan bir eseri takdim edecektim! Ve işte, ey garplı ve şarklı bilginler, size bağırıyorum: Gelin! Türklüğün er meydanı hepinize açık! Savaşın! Fakat bu mert Türk çocuğunun, kanından aldığı asaletle ifade ettiği bu hakikati okumazsanız, dar görüşlü olmaktan hiçbir zaman kurtulamazsınız. Cehaletin, inanmamalığın, inatçılığın ve gururun kötü siyah rengine bulanmayın. Ve bu eseri, Oğuz, Türk ırkına olduğu kadar, cahillere ve bilginlere de hediye etti. Var ol, Oğuz! Sen bu eserle , uzun asırlar, hiç unutulmayacaksın. Bugün seni anlamak istemeyenlerin çocukları, yarın bu eserini hürmetle okuyacaklar ve acıyacaklar babalarına. Ne acı bir acıma! Ne acı bir akıbet! Onu bilmek istemeyenlerin çocukları bildi. Onu anlamak istemeyenlerin çocukları anladı.

Oğuz Türkkan adlı bir yiğit “Tarihin ve Tekamülün Amili” adlı bir eser yazdı. Bu mevzuda bir eser yazabilmek ve bundan çıkan hakikati ispat edebilmek için doktor, profesör veya ordinaryus profesör unvanları bile azdır. Bu bahislerde mütehassıs olanlar gayet iyi bilirler: Avrupa’nın ve Amerika’nın en derin bilgili dahileri bile, tarihin amilini bulamamış veya yanlış yollara sapmışlardır. Halbuki Oğuz’un ne muhterem bir göbeği, ne saygı değer bir ak sakalı, ne asırlık bir yaşı, ne de doktor , profesör gibi bir sıfatı vardır. Ona kim inanacak? Onu kim okuyacak? Bakın, ey değerli okuyucu kardeşler, Oğuz mektubunda ne bedbin konuşuyor:

“… Hiç okunmayacak! Kimse okumayacak! Gençlik ve halk ciddi mevzulardan hoşlanmadığı için; aydınlar okumağa alışmadıkları için… Hatta bu bahiste mütehassıs geçinenler bile okumayacak! Hakları da yok değil! Meşhur değilim, halbuki bu mevzuları halledemeyen Avrupalı bilginler meşhuru alemdirler…. Hayır! Hayır! Hikmet! Beni değil çıkardığım neticeyi; adımı değil , bulduğum hakikati tanıyın! Bu tek hakikati sevin! Ona gerçek olduğu için bütün kuvvetinizle inanın. İnanın! Irkınızın ülküsü o olursa, dünyanın birincisi olmak için asırlarca beklemeğe lüzum kalmaz. Fakat inanabilmek için de okumak, anlayarak, hazmederek okumak lazım! Fakat kim okuyacak? Öyle ise kimse inanmayacak! Türk, ırkının ülküsünü tanımayacak. İşte bunun için üzülüyorum” Oğuz, şuurla düşünmeğe başladığı yaştan beri, felsefeye sarılmıştı.

Bunun için pek çeşitli olan birçok ilimlere merak sardı: Lengüistik, mitoloji, arkeoloji, jeoloji, klimatoloji, paleontoloji, antropoloji, etnoloji, etnogrofi, felsefe, ruhiyat, tarih, preistuvar, sosyoloji,kozmogoni, hukuk, edebiyat, iktisat tarihi, güzel sanatlar tarihi ilahiyat…

Fakat bu taşlar ne kadar esaslı, ne kadar çok olursa, inşa edeceği bina o kadar sağlam olurdu. Bunun için çok okuması lazımdı.Anormal okuyanlardan bile fazla okudu, gözlerini körletircesine okudu. Başka hiçbir şeyle meşgul olmadı. Gece gündüz okudu. Hepsinden bilgi edindi. Hatta o kadar kıymetli tutulan Avrupalı bilginlerden bile fazla okudu. Sen, Oğuz, fevkalade çalışma ile kanından gelen o müthiş kudretle düşünerek, zekanı işleterek, bu işi başardın. Okudun, düşündün,öğrendin… Hakikatı bütün çıplaklığı ile ortaya koydun! Var ol Türkkan!

İşte bundan sonra Oğuz’a yepyeni bir çığır açılmış oldu. Felsefede materyalistken spirütüalist oldu. Ferdiyetçi iken, beynelmilelci oldu. Sanki gözünün bağı sihirli bir el tarafından aniden çözülüvermişti.Yürüdüğü yanlış yolu dehşetle gördü. Bu yolun sonunda (materyalizm,ferdiyetçilik= menfaatçilik,milliyetsizlik yolunun sonunda) hem o fert için, hem de o ferdin mensup olduğu cemiyet için korkunç bir uçuruma düşmek vardı. Oğuz, ruhuyla ve tabiatle yaptığı bu müthiş didinmeden sonra, gözünü kör eden, yolunu şaşırtan bağı çözüp çıkardı. Fakat ırkdaşları hala, gözler kapalı, felaketten habersiz, uçuruma doğru yürüyorlardı. Bu eser onlar için yazılmıştır.

Oğuz Türkkan, hakikati gördükten ve inandıktan sonra, ırkdaşlarını düşündü. Her okuyanın muhakkak inanması, ikna olması için hakikatı birer meydana sererek yazdı. İlkin kitap yazmak istiyordu…

* * *

İşte Hikmet Tanyu imzasıyla çıkmış olmasına rağmen Reha Oğuz’un kendi kendisini öven, göklere çıkaran; doğunun ve batının bilginlerini hiçe sayarak liseden henüz çıkmış olduğu halde on, on beş ilim sahasında bilgiçlik taslayan yazısı böyle tuhaf bir yazıydı ve Reha Oğuz da yazı hayatına böyle tuhaf bir makaleyle başlıyordu. Hele aynı Ergenekon’un ilk sayısında onun felsefe tarihi yazmaya muhtelif rejimleri ilmi bakımdan münakaşa etmeğe kalkıştığını görünce pek tecrübesiz, fakat heveskar bir genç karşısında olduğumuzu anlamış ve bir mektup yazarak kendisine nezaketle bu yazıların kötü tesirini harbe vermiştim. Mektup, tesirini yaptı: Ergenekon’un ikinci sayısında (sf. 25) şöyle bir tavzih çıktı:

DİKKAT

Geçen sayıki Tarihin Amili adlı tefrikanın ön sözü hepimiz üzen bir şekilde çıkmıştır. İstanbul’da tashihleri yaptırdığımız genç arkadaş coşkunluğunu tesiriyle yazıya –kendiliğinden- birçok yeni parçalar ilave etmiş. Bu yüzden ön söz, adi bir methiye şeklini almıştır. Bu sırada ben Avrupa2da bulunduğum için, bu vaziyetten haberdar olamadım. Yoksa katiyen bu methiyeci yazıyı tefrikanın başına koydurmazdım. Ergenekon basılıp elime geçtiğinde, pek çok üzülerek hayret ettim.Önsöz, bu arkadaş tarafından o kadar tahrif edilmiştir ki, yazının sahibi Hikmet Tanyu bile kendi yazısını tanıyamadı. Bu dalkavukça önsöz, okuyucularımız üzerinde çok kötü tesir yapacağından mesul arkadaşa lazım gelen ihtarı yaptık. Hepinizden ricam: Geçen sayımızın önsözünü mazur görün ve muhteviyatını unutun.

R.O. Türkkan

Bu tavzihe dikkat edenler, niçin Hikmet Tanyu tarafından değil de Reha Oğuz tarafından özür dilendiğini pek güzel anlarlar. Bundan başka bir musahhihin, tashih ettiği makaleyi tanınmayacak şekilde değiştirmesi de aklın alacağı bir mazeret değildir. Zaten bu şekilde neşriyatın da daha çok devamına imkan kalmamış, 1939 yılının ilk ayında çıkan üçüncü sayısından sonra Ergenekon kapatılmıştı.

Devamı bir sonraki İletidedir
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimdışı Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2289
Ynt: ATSIZ BEY'İN MAKALELERİ
« Yanıtla #24 : 29 Ocak 2013 »
Hesap Böyle Verilir
(Bir önceki iletinin devamıdır)

İşte tam bu sırada iki nokta şiddetle dikkatimi çekti ve şüphelerimi arttı. Bu iki nokta şunlardı:

1) İzmir’de bazı Türkçü gençlerin epey zamandan beri “Kızıl Elma” adında bir dergi çıkarmayı tasarladıklarını işitmiştim. Bu gençlerin Reha Oğuz Türkkan’la ve onun gizli cemiyeti (!) ile hiçbir ilgisi yoktu. Fakat böyle olduğu halde Reha Oğuz, Türkçülerden birisine gönderdiği mektupta “kendi cemiyetlerinin İzmir şubesi tarafından Kızıl Elma adlı bir derginin çıkarılmak üzere olduğunu” yazdı. Demek ki memlekette parlayan her Türkçülük kıvılcımını kendi eseriymiş gibi göstermek sevdasında idi.

2) Bana yazdığı mektuplarda bir karışıklık vardı: Kardeşi Orhan Türkkan için bazı mektuplarında “ağabeyim”, bazılarında da “küçük kardeşim” diyordu.

Bunlardan başka bu sırada Ankara’dan aldığım mektuplar şüphelerimi bir kat daha arttırmıştı. Çünkü bu mektuplardan birisi Ankara’dan Rıza Nur, Zeki Velidi ve Atsız isimlerini istismar ederek bu üç Türkçüyü kendi cemiyetlerinin (!) mensubu imiş gibi gösterdiğini bildiriyordu. Hakikaten- sonradan öğrendiğime göre- Reha, böyle propagandalar yaparak bütün tanınmış Türkçüleri kendi mevhum cemiyetlerinin azası gibi gösteriyor, böylelikle kendi etrafında bir topluluk yapmağa uğraşıyordu. Kendisini kimse başkan diye tanımayacağı için bir de Avni Motun adında esrarengiz bir reis uyduruyor ve ondan alınan direktiflerle bu müthiş gizli cemiyetin faaliyeti (!) başlıyordu. O zaman Ankara’da bulunan Ziya Özkaynak’tan aldığım bir mektup, Reha’nın – burada anlatmağa lüzum görmediğim- pek çocukça bir takım planlar yaptığını da bildirdiğinden, kendisine yine bir mektup yazarak bu hareketlerinden vazgeçmesini, aksi takdirde, dergilerinde eski manzumelerimin dahi neşrine müsaade etmeyeceğim gibi mecmualarını da kimseye tavsiye etmeyeceğimi bildirdim. Bunun üzerine aşağıdan alan bir mektupla cevap verdi ve yakında İstanbul’a gelerek benimle görüşeceğini bildirdi. Kendisi gelmeden önce de Mühendis Mektebi talebesinden olan arkadaşı Cihat Savaş Fer’i bana göndererek yeniden yazı istetti. Kendilerine evvelce Sivas’taki “Yıldız Dağı” dergisinde çıkmış olan (1Mart 1939 tarihli dokuzuncu sayı, sayfa altı) “Adsız Şiir” adlı manzumeyi verdim. Fakat yiğitlikten dem vurmalarına rağmen bunu basamadılar ve “Yakarış” adlı ilk bölümüyle iktifaya mecbur kaldılar.

Kapatılan Ergenekon yerine bu sefer “Bozkurt” adında bir dergi çıkarıyorlardı. İlk sayısı 1939 mayısında çıkan dergileri için birçok Türkçülere başvurarak yazı istediklerinden Bozkurtta San’an, Abdülkadir İnan, Nejdet Sançar, Hüseyin Namık Orkun ve Fethi Tevet’in de yazıları vardı. Reha’nın ruhi hastalığı olmasaydı dergi pek ala yürüyüp tutunacaktı da… Çünkü 1929 haziranında çıkan ikinci sayısına Besim Atalay da yazı vermiş, böylece kadro biraz daha kuvvetlenmişti. Fakat Bozkurt dergisi ikinci sayıdan sonra yine kapandı ve aşağı yukarı bir yıl çıkamadı. İşte bu sırada tatil mevsimi geldi ve Reha ile tanışmamız kabil oldu. O, benden çok Nejdet Sançar’la mektuplaştığı için yine onun vasıtasıyla beni görmek istiyordu. Nejdet Sançar da Sivas’tan Istanbul’a gelmiş ve Maltepe’de kalmağa başlamıştı. Nihayet bir gün, aldığı mektup üzerine Maltepe vapur iskelesine giderek Büyükada’dan gelen Reha Oğuz’u evine getirdi. Reha o günkü görüşmemizde kendisine yaptığım tenkitlere tevazu ile cevap veriyor ve dediklerimi kabul etmiş görünüyordu. Bu konuşmamızda ne kadar gayr-ı samimi olduğunu tabiidir ki, anlayamamıştım. Bilhassa hayali olduğuna inandığım “Avni Motun”’u bana şöyle anlatmıştı: Avni Motun, Reha’nın ana cihetinden akrabası imiş. Onlara ilk Türkçülük sevgisini o vermiş. Hatta bahis mevzuu olan 70-80 genci bir cemiyet halinde toplayan ve onlara Türkçülük telkini yapan Avni Motun’muş. Fakat bu 70-80 gencin hepsiyle temas etmez, yalnız altı tanesiyle görüşürmüş. Bu altı kişi de Avni Motun’dan aldıkları dersleri ötekilerine öğretirlermiş. Araklarında büyük bir disiplin varmış. Gençlerin Avni Motun’a güveni büyükmüş. Fakat iki yıl önce Avni Motun ölmüş. Onunla bizzat temasta bulunan altı kişi, ölümünün öteki azalardan saklamışlar. Çünkü ölümünü duyarlarsa belki dağılırlarmış. Şimdi Reha Oğuz, Avni Motun’un adına söz söyleyerek o gençleri idare ediyormuş.

Bazı Osmanlı padişahlarının ölümünü andıran bu hikayeye tabii inanmadım. Fakat Türkçülükte hevesli göründüğü için de “belki zamanla kusurlarını düzeltip doğru yola girer” dedim. Ailesini, ırkını sordum. Baba cihetinden Kastamonulu, ana cihetinden Azerbaycan’da Genceli olduğunu söyledi. Bana pek mufassal bir şecere verdi: “İsterseniz nüfus kütüklerinden tahkik edebilirsiniz” dedi. Bu da boş bir sözdü. Bizde nüfus teşkilatı pek yeni olduğu için biz, nüfus kütüklerinden ancak büyük babalarımızı öğrenebilirdik. Daha ilerisini şifahi aile rivayetlerinden öğrenmeğe mecburduk. Pek hayalperest olan Reha, ihtimal ki Ziya Gökalp’ın “Kızıl Elma” adlı hikayesinin tesirinde kalarak kendisinin böyle bir şeceresi olduğuna inanmış ve buna başkalarını da inandırmak istemişti. Fakat bütün bunlar olmasa bile kendisini fazla reklam edişi, hatta kendisi hakkında başka imza ile methiye yazışı ve dergiye herkesin dikkatini çekecek şekilde oklar nidalar, istifhamlar koyuşu Türk ahlakına hiç de uygun değildi.

Gittikten sonra Nejdet Sançar’la kısa bir konuşma yaparak samimi gözüktüğü müddetçe yazı ile ona yardıma karar verdik. Bilhassa Türk tarihine ait birçok şeyler sorarak not etmesi, öğrenmek istediğine delil gibi gözüküyordu. Bu sebeple de “belki düzelir” diyerek Bozkurt dergisine yardımı kararlaştırdık.

1940 mayısında Bozkurt’un üçüncü sayısı çıkarken dergiye Hamza Sadi Özbek ve İsmet Rasim gibi iki genç Türkçü de yazı yazmışlar dergiyi biraz daha kuvvetlendirmişlerdi. Biraz sonra Profesör Zeki Velidi’nin ve gençlerden Nurullah Barıman’ın da yazı yazmağa başladığı Bozkurt, Sami Karayel’in yazı müdürlüğü ile çıkmağa ve oldukça iyi bir tesir yapmağa başlamıştı. Reha’nın bahsettiği muhayyel 70-80 gencin hiçbirisi yüksek tahsil mezunu olmadığı için Sami Karayel’in yazı müdürlüğünü kabule mecbur olmuşlardı. Gayet cesur ve yaşlılığına rağmen yumruğu kuvvetli bir adam olan Sami Karayeli kendilerine salık veren de bendim. Esasen artık Avni Motun disiplinli seksen genç gizli cemiyet teraneleri de söylenmez olmuş, anormal hava azalmıştı. Yalnız Reha’nın ötede beride, bilhassa Ankara’da beni över gibi gözükürken bir yandan da gözden düşürmeğe uğraşan hareketlerini duyuyor, fakat buna pek aldırmıyordum. Övülmeğe ihtiyacım yoktu. Onun için Reha’nın “Atsız iyidir, ateşlidir, yalnız muvazenesizdir.” yollu propagandaları beni yüksündürmüyordu. Zamanla bu da geçer diyordum. Fakat bu sırada Bozkurt’un 1940 ağustosunda çıkan beşinci sayısında Reha Oğuz’un “Gürcülerin Irkı Hakkında” diye yazdığı makalede Gürcüleri Turan ırkından göstermesi bizim Türkçülük ve ırkçılık prensiplerimize aykırı olduğu için itiraz ettim. Hele o makalede Reha’nın kendi şeceresi hakkında verdiği malumat evvelce verdiği şecereye uymadığı için şüphem arttı.

Aşırı ırkçılık yapmağa kalkan, hele ırkı koruma kanunu diye bir kanun projesi hazırlayarak melez Türk çocuklarının üç yaşından aşağı olanlarını idam etmeğe kalkan Reha’nın Gürcüler hakkında bu yazısı kendisi hakkındaki bir takım rivayetlere hak verdirecek mahiyetteydi. O zaman bende evvelce uyanıp da sonra Reha samimi gözüktüğü için küllenen şüpheler yeniden ateşlendi. Bu şüphe beni biraz vakit harcayarak bu esrarengiz işlerin (!) iç yüzünü öğrenmeğe sevketti. Evvelce kendisine Avni Motun’un kim olduğunu sorduğum zaman “söylemeğe mezun değilim” diye cevap veren Cihat Savaş Fer’e bir emrivaki yaparak Avni Motun’un muhayyel bir şahıs olduğunu itiraf ettirdim. Ankara’daki yetmiş seksen kişilik gizli ve disiplinli cemiyetin de Reha Oğuz Türkkan ile kardeşi Orhan Türkkan’dan ve Cihat Savaş Fer’den ibaret bir heveskar triyomvirası olduğunu öğrendim. Fakat Reha, yaratılışındaki başkalıkla her şeyi esrar perdesi altında göstermeğe kalkmış olduğundan Ankara’daki Türkçü gençlere kendi cemiyetlerine girmeği teklif ediyor, “Atsız sizin cemiyetinizde midir?” diye soranlara evet cevabını veriyor, o gençler bun u bana sordukları zaman “cemiyetimizin nizamnamesi gereğince size bunu söylemeğe mezun değildir” diyerek onları şaşırtıyordu. Böylelikle kendisi büyük bir cemiyetin başkanı ve Rıza Nur, Zeki Velidi gibi yaşlı bilginler de olduğu halde birçok Türkçüyü kendi emrindeki memurlar gibi göstermeğe çabalıyordu. Fakat kısa görüşüyle hakikatlerin nasıl ortaya çıkacağını hesaplayamıyordu. Hesaplayamazdı da… Çünkü pek süratle yükselmek, yüksek mevkilere çıkmak istiyordu. Bu istek, önünü görmesine engel olan bir perdeydi. Aynı zamanda kendisinin mühim bir şahsiyet olduğunu sanıyor, kah Yalova’da Reis-i cumhurla mülakat yaparak Türkiye’nin niçin savaşa girmediğini sordum diyor, kah üçüncü ordu müfettişi Kazım Orbay’a giderek hükümeti dinlemeden doğuya taarruz etmesi için telkin yapacağını söylüyor, yakında çıkaracağı gündelik bir gazetenin kırk bin lira sermayesini bulduğundan bahsediyor, bunların arkasından da –kahramanlığını göstermek için olacak- kışın Kastamonu dağlarına giderek ayı avlayacağını anlatıyordu. Kahramanlık sözü ağzından hiç düşmüyordu.

Bana gönderdiği bir mektupta “artık rahat rahat şehit olabiliriz” diye yazıyordu. Fakat bir yandan askerliğini boyuna tecil ettiriyordu. Garip değil mi? Reha, yaşının otuzu doldurmak üzere olmasına rağmen henüz askerliğini yapmamıştır. Yalnız yüksek öğretim talebesinin geçirdiği askeri kamplara gitmiş ve bütün askerliği bu kamp hayatından ibaret kalmıştır. Daha en kutlu milli vazifesini bile yapmamış olan bu tecrübesiz gencin hepimizi, bütün Türkçüleri küçülterek kendisini yükseltmeğe çalışması ne acıklıdır! Bir kere bu Reha Oğuz’u tam Türk saysak bile o öz bir Türkçü değil, önce bir materyalist ve beynelmilelci iken Türkçülüğe sonradan dönen bir muhtedidir. (Ergenekon dergisinin ilk sayısındaki itirafa göre) Böyle olduğu halde, Türkçülüğe sonradan dönen bu genç nasıl oluyor da hiçbir zaman Türkçülükten başka bir ülküye sarılmamış olan bizleri çürütmeğe kalkabiliyor? O, Türkçülüğe ve Türklüğe ait birçok bildiklerini bizden ve bu arada bilhassa benden öğrenmiştir. “Gök Börü”nün Bozkurt demek olduğunu bile ona ben öğrettim. Bunları övünç diye değil, bir hakikati Türkçü efkar-ı umumiyeye anlatmak için söylüyorum. Yoksa o, değil Türk tarihini ve Türkçülüğü, okullarda yıllarca okuduğu Türkçe’yi bile bilmemektedir. “İkna olmak”, “bizle ahbap oldular”, “hıyanetlik etti” gibi Ermeni vatandaşlarımızın kullandığı ifadeler Reha’nın yazılarında bol bol geçer.

Şimdi Türkçülüğe sonradan dönen Reha’nın, Gök Börü’de “İsmet Rasin’i, Çınaraltıcıları, Barıman’ı ve Atsız’ı aramızdan attık” diyerek yaptığı iddianın teşrihine geliyorum:

1- İsmet Rasin ile Reha’nın anlaşamamasının sebebi, Reha’nın iddia ettiği gibi, İsmet’in “Bozkurt’a menşei meçhul paralar bulması ve Arnavut olması” değildir. İsmet’in metin ahlakını ve ailesini bilenler onun Türk olduğunu pek kolay kestirebilirler. Kendisine şecere düzmeğe mecbur olmayan İsmet, hiçbir şey olmasa bile, tarihimizin ebedi övünçlerinden biri olan Pilevne müdafaası şehitlerinden birinin torunudur. Bundan başka İsmet’in yüzüne bakmak da ırkı hakkında bir hüküm vermek için kafidir. Çünkü İsmet’in yüzü Türk yüzüdür. Şahsi meselelerden dolayı kızdığımız her insanın ırkından olmadığını söylersek doğru bir iş yapmış olmayız. Reha Oğuz eski arkadaşlarından Hikmet Tanyu ile bozuştuktan sonra onun Abaza olduğunu ilan etmişti. İsmet Rasin’e kızınca da ona Arnavut diyor. Bu yoldan gidilirse zararlı çıkacak olan yine Reha’dır. Çünkü ana cihetinden atalarını bağladığı Gence’nin Kendek köyü halis bir Ermeni köyü olduğu gibi gerek Reha, gerekse kardeşi Orhan’ın yüzleri de tıpkı Ermeniye benzer. Reha’nın evvelce sık sık gidip geldiği bir müessesenin memurlarından biri adını bilindiği Reha’nın gelip gittiği müessese sahibine anlatmak için “Ermeni geldi”, “Ermeni gitti” demeği mutat edinmişti. Keza, Reha birçok yazılarında ve mektuplarında İstanbul Ermenileri gibi “ikna olmak”, “hıyanetlik etti” , “bizle ahbap oldular” gibi tabirler kulanı. Keza, Yusuf Kadıgil’e kendisinin Gürcü olduğunu da bir gün söylemiştir. Fakat bunlara bakarak nasıl biz kendisine Ermeni demiyorsak o da gayrı ilmi bir ansiklopedinin kaynağı meçhul ibaresine dayanarak İsmet’e Arnavut dememelidir.

İsmet’in ataları Prizren’lidir. Bu kasaba ise Rumeli’de bir Türk kasabasıdır. İçinde tek tük Arnavut civar köylerden gelmişlerdir. İstanbul’da bu kadar Prizren’li vardır. Hiçbiri Arnavutum demez. Hepsi de Türküm der. Prizren kasabasını iyi bilen Erkilet Paşa da kasabanın Türk kasabası olduğuna tanıklık etmektedir. Hakikatte Reha’nın, İsmet Rasin’e düşmanlığı, İsmet’in Bozkurt’a yazı yazmağa başlamasından sonra, fikri kuvveti dolayısıyla Reha’yı gölgede bırakmasından dolayıdır. Türkçeye hakim olan ve üç yabancı dil bilen İsmet Rasin kuvvetli mantığı, zekası ve ilmi ırkçılık üzerindeki derin bilgisiyle birdenbire ön safa geçmiş, bu da Reha’nın kıskançlığını ve sonunda düşmanlığını çekmiştir. İsmet’in Arnavut olduğunu iddia etmesi bundandır. Halbuki İsmet tam bir ülkücü ve fedakar bir arkadaştı. Reha’nın menşei meçhul dediği paraları, zengin bir aileye mensup olduğu için, cebinden veriyordu. Bozkurt, İsmet Rasin sayesinde onun çizdiği programla canlanmıştı. Hatta Reha’nın Bozkurt’a yazdığı bir yazı için aleyhine dava açılınca İsmet Rasin bunu kendi üzerine alarak Reha’yı cezadan kurtarmıştı. Fakat Reha bunları düşünmeden yapma bir Arnavutluk bahanesiyle İsmet’le bozuştu. Darıldılar. İsmet ayrıca çalışmak üzere çekildi. Birbirleri aleyhine hiçbir şey söylememek için benim hakemliğimde söz verdiler. Bu sözü bozan da Reha Oğuz oldu. İşte, İsmet’i attık demesinin sebebi budur.

2- Reha Oğuz, Çınaraltı sahipleri olan Orhan Seyfi ile Yusuf Ziya’yı da aralarından çıkardıklarını söylüyor. Bu büsbütün tuhaftır. Çınaraltıcılar zaten onların arasında değildi ki çıksınlar. Ziya Gök Alp’ın şakirdleri olan Çınarlatıcıların Türkçülük tarihinde epeyce hizmetleri vardır. Dergilerinin adı da Ziya Gök Alp damgasını taşımaktadır. Ziya Gök Alp’tan feyz almış olan şairlerin Reha’dan bir şeye öğrenmeye ihtiyaçları yoktur. Hakikatte Reha’nın onlara düşmanlığı da yine şahsi bir sebepten ileri geliyor: Bozkurt’un kapalı bulunduğu sırada Reha Oğuz, Çınaraltıya üç makale vermişti. Çınaraltıcılar bu üç makalenin ikisini pek zayıf buldukları için basmadılar. Üçüncüsünü Reha’nın ısrarı ve ricası üzerine –o da biraz düzelterek ve birçok yerlerini çıkartarak- bastılar. Halbuki bütün Türkçülerin yazıları Çınaraltı’nda çıkıyordu. Onlar çıkarken, kendisini bütün Türkçülerden üstün gören Reha’nın yazılarını neşretmemek herhalde kendisince büyük bir suçtu. İşte Çınaraltıcılara düşman olmasının, onları jurnalcilikle itham etmesinin sebebi budur. Halbuki ben onu kaç kere Çınaraltıcıların yanında gördüm: Pek müeddep oturuyordu. Söze pek karışmıyordu. Yusuf Ziya’ya ve Orhan Seyfi’ye pek saygılı ithaflarla kitaplar hediye ediyordu. Böyle olduğu halde Gök Börü’de onlar için “… Hakiki maksatlarını bilmekle beraber kalemlerini beğeniyor, Türkçülüğe onlardan fayda umuyorduk” diyor. Demek ki Reha onlarla konuşurken de samimi değildi. Bu samimi olmayışın hoş bir şey olmadığını şimdi her halde kendisi de anlamıştır.

3- Nurullah Barıman’ı “Bozkurt’un parasını şahsına harcamakla itham etmesi “ de doğru değildir. Bu da kıskançlıktan doğmaktadır. Bozkurt’un sahibi Nurullah Barıman olduğu için dışarıdan gönderilen mektupların onun adına gelmesi, Bozkurt idarehanesine uğrayan genç Türkçü talebelerin önce Barıman’ı araması, kendisini gençliğin şefi olduğuna inanmış Reha’nın hoşuna gitmemiştir. Yarının şefi olduğuna inanmış Reha, kendisini gelip geçmiş bütün Türkçülerden üstün görürken, daha genç olan Barıman’a itibar edilmesini tabii çekemezdi. Bozkurt, on ikinci sayıdan sonra adeta yeniden çıkarken tamamı ile, Barıman’ın borç olarak bulduğu sermayeye dayanıyordu. Böyle olduğu halde Barıman’ın kendisinden daha itibarlı bir mevki temin etmesini çekemeyen Reha Oğuz, “mevsuk bir kaynaktan duyduğuna göre Bozkurt’un hükümetçe kapatılacağını”, kendilerinin daha önce davranarak kapatması gerektiğini Barıman’a söylemiş, Barıman da: “Öyleyse borçlarımızı ödeyecek parayı bul da işi tasfiye edelim” demiştir. Halbuki Reha’nın bu sözü doğru olamazdı. Hükümet Bozkurt’u kapatacak olsa Reha bunu nereden duyacaktı? Hükümet dairelerinde casusları mı vardı? Barıman’ın para bulma teklifi üzerine Reha Oğuz bunu güya kabul etmiş, fakat para yerine senet vermek istemiştir. Barıman bunu kabul etmemiş, Reha Oğuz ise dergiyi kapatmak ve yerine gündelik bir gazete çıkarmak için direnmiştir. Barıman: “Sen Bozkurt’un birkaç yüz liralık borcunu veremiyorsun. Nasıl olur da on binlerce liralık sermaye isteyen gündelik bir gazeteyi çıkarabilirsin?” diye sorunca Reha şaşırmış, cevap verememiştir. Halbuki onun maksadı dergiyi kapatarak Barıman’ı “dergi sahibi olmaktan doğan itibar”dan uzaklaştırmak, sonra, kendisinin sahip olacağı bir dergi çıkararak aradığı şöhreti, nüfuzu, itibarı bulmaktı. Çünkü o sırada yüksek tahsilini de bitirmiş ve kendi başına dergi çıkaracak hale gelmişti. Barıman Bozkurt’u kapatmayıp da Reha bunda ısrar edince nihayet iş tatsız bir hal almış ve Barıman, Reha Oğuz’u arkadaşı Cihat Savaş’la birlikte Bozkurt’tan çıkarmıştır. Reha Oğuz’un eşyalarını alarak pek üzgün bir halde Bozkurt idarehanesinden çıktığını görenler şimdi onun “Barıman’ı attık” demesine hayli gülmüştür.

4- Şimdi benim hakkımda yazdıklarına geliyorum. Bunlara madde madde cevap vereceğim:

a) Reha Oğuz benim için “davasında samimi, fakat şeflik malihülyasına kapılmış” diyor ve bir gün İsmet Rasin’in otomobili ile gezinti yaparken kendilerine şeflik teklifinde bulunduğumu iddia ediyor. Bu iddia doğru değildir. Benim böyle bir teklifte bulunmadığıma, o gezintiye iştirak eden İsmet Rasin ve Nurullah Barıman, yaratılışımın böyle bir teklifte bulunmağa elverişli olmadığına da bütün beni tanıyanlar şahittir. Reha’nın şefi olmanın da bana şeref temin etmeyeceğini herkes takdir eder. O gezintide Reha benim, Bozkurtçu olmam için ısrarlı teklifler yaptıysa da kabul etmedim. Nurullah Barıman’la İsmet Rasin de şahittir ki “hem sizden yaşlı olduğum hem sizi kafi miktarda tanımadığım için Bozkurtçu olamam. Siz de yazıyla yaptığım yardımı kafi görün” dedim.

b) Reha Oğuz benim için “iradesi zayıf ve hislerine mağlup” diyor. Hislerime mağlup olsam Reha’nın benim için yazdıklarına başka türlü cevap verirdim. Bununla beraber “iradem kuvvetlidir, hislerime mağlup değilim” diye kendimi müdafaa edecek değilim. Hüküm vermeği beni tanıyanlara bırakıyorum. Bizzat kendisi bir gün bana: “Başka birisi sizin uğradığınız haksızlıklara uğrasaydı iradesi sarsılarak vatana ihanet etmeğe kadar giderdi” demiştir. Bilmem bu sözünü hatırlayacak mı? Hatırlayanlar mevcuttur.

c) Benim için: “ilkin, yeniden başlattığımız Türkçülük hareketine katılmaktan çekinmiş, sonra korkulacak bir şey olmadığını görerek aramıza olanca coşkunluğu ile girmişti” diyor. Bu da doğru değildir. Ben Türkçülükte onlardan hayli kıdemli bir insan sıfatıyla, adı sanı duyulmamış çocukların arasına tabiidir ki giremezdim. Hele bu çocuklar kendilerini bana ilk hamlede gizli bir teşkilat diye takdim ederlerse… Reha benim şüphelerime korkaklık diyorsa aldanıyor. Hiçbir zaman kahramanlık iddiasında bulunmadım. Bulunmaktan da utanırım. Çünkü kahramanlığın savaş alanlarından başka yerlerde yapılacağına inanmam. Böyle olmakla beraber korkak olmadığımı da beni tanıyanlar bilir. Madem ki ben korkaktım, niçin Reha Oğuz bana hediye ettiği kitabın başına “En Yiğit Türkçüye” diye yazdı? Niçin Bozkurt’un altıncı sayısında “Türkçüleri tanıyalım” diye neşrettiği yazıda beni “dürüst ve yiğit bir Türkçü” diye vasıflandırdı? Demek Reha Oğuz o zaman bana karşı da samimi değildi. Beni o yazısında feragatli bir insan olarak tanıtan Reha’nın şimdi muhteris olarak tasvir etmeğe kalkması herhalde Reha’ya iyi not verdirecek bir hal değildir. Umarım ki bu yanlışı kendisi de anlayacaktır.

ç) Reha, benim meçhul bir insan olduğumu, ancak kendi reklamı sayesinde ün kazandığımı iddia ediyor. Fakat aynı Reha, Bozkurt’un altıncı sayısındaki makalesinde benim, Türkçülüğe, Ziya Gök Alp’tan sonra en büyük hizmeti yaptığımı yazmıştı. Bu iki aykırı ifadenin acaba hangisi doğru? Yahut hiçbiri doğru değilse Reha niçin bu hareketi yapmağa mecbur kaldı? O zaman öyle, şimdi böyle yazmak tabiye ise, Reha da tasdik eder ki, bu bir Türk’e yakışan bir tabiye değildir. Beni iyi tanıyanlar merdümgiriz olduğumu bilirler. Böyle bir insanın reklama ihtiyacı olmadığı da meydandadır. Birkaç kişi tarafından tanınıyorsam bu Atsız Mecmua ve Orhun sayesinde olmuştur. Bu da bir meziyet değildir. Çünkü her yazı yazan, okuyucular tarafından tanınır. Reha tanınmağa fazla değer verdiği için tanınmamış bir insan olduğumu ve kendisinin reklamı sayesinde tanındığımı ileri sürmekle mazurdur. Esefle söylüyorum ki Reha’da “tanınmak isteği” bir hastalık derecesindedir. Bu yüzden Nurullah Barıman aleyhine açtığı davada kendisini “Ülkümüzün banisi” diye vasıflandırmıştır. Biz ise ülkümüzün neferleri olmakla öğünüyoruz.

d) Reha Oğuz benim için “Bir mektupla Ankara’ya aleyhimizde ihbar yaptı.. Bu darbe öldürücü oldu. Bu mektup üzerine Bozkurt’a izin vermediler.. Bozkurt’a bilahare ancak mucize kabilinden izin alabildik” diyor. Bu da doğru değildir. Netekim beni iyi tanıyanlar bu rivayete inanmamışlardır. Demek ki benim defterimde “Beyaz Ruslardan para almak” ve “Hitler’in ajanı olmak” rivayetlerinin yanında bir de bu bulunacakmış. Burada yine Reha Oğuz’daki hafızanın çok zayıf olduğunu söylemeğe mecburum. Çünkü bu meselenin yüksek mevki sahibi resmi bir şahidi var ki o da matbuat umum müdürü Selim Sarper’dir. Mesele şudur: Bir gün matbuat umum müdürü Selim Sarper’in, kapatılmış olan Bozkurt’a yeniden izin vermek için Çınaraltı ve şahsım aleyhinde neşriyat yapmağı şart koşmuş olduğuna dair garip bir haber duydum. İnanmadım. Çünkü tanışmadığım halde Selim Sarper’in benim hakkımda hiç de fena düşünceler beslemediğini uzaktan işitiyordum. Hakkımda iyi niyet beslemese bile mühim bir mevkideki resmi bir şahsiyetin öyle bir teklifte bulunmayacağı tabii idi. Bunun için 10 ikinciteşrin 1941 tarihinde Selim Sarper’e bir mektup yazarak böyle bir rivayet duyduğumu, buna inanmamakla beraber bu “Alemi imkan” da her şeyin olabileceğini, eğer doğru ise sebebini bildirerek beni aydınlatmasını rica ettim. Netice umduğum gibi çıktı: Selim Sarper, 13 ikinciteşrin 1941 tarihiyle verdiği samimi bir cevapta böyle bir şeyin bahis mevzuu olmadığını bildirdi.

Reha Oğuz, benim Selim Sarper’e yazdığım mektubu görmüş olduğu halde maalesef bunu sanki jurnalmiş gibi anlatarak bazı arkadaşlara mektuplar yazmıştır. Ben bu mektuplardan üç tanesini, Hamza Sadi Özbek’e, Nurullah Barıman’a ve şair Cemal Oğuz Öcal’a yazılanları gördüm. Aynı meseleyi üç ayrı şekilde yazmakla Reha Oğuz çok gafil hareket etmiştir. Hamza Sadi Özbek’e yazdığı mektupta “Selim Sarper aynen suretini almama müsaade etmedi. Sadece 3-4 defa okudu ve okuttu” diyerek mektubun kopyasını değil ancak mealini yazdığını bildirdiği halde Nurullah Barıman’a ve Cemal Oğuz Öcal’a gönderdiği mektuplarda aynen kopyasını gönderdiğini iddia ediyor. Halbuki Selim Sarper mektubujn kopyasını vermediğine göre Reha’nın doğru söylemediği ortaya çıkıyor ki aynı meseleyi üç ayrı kimseye üç ayrı şekilde yazması bunun itiraz kabul etmez bir delilidir. Ben, hüküm vermeği okuyuculara bırakarak üç mektubun suretlerini yan yana koymakla iktifa ediyorum:

- I -

Reha’nın Hamza Sadi Özbek’e yazdığı 6.2.1942 tarihli mektupta benim, Selim Sarper’e yazdığım mektubun meali olarak gösterilen satırlar:

Muhterem Efendim,

Bozkurt sahiplerinden Nurullah Barıman, Bozkurt’un intişarına şart olarak, Çınaraltı ve benim aleyhimde bulunmalarını şart koştuğunuzu, bu suretle Türkçüleri aralarında mücadeleye sevketmek istediğinizi, fakat sizi caydırmağa muvaffak olduklarını söylemiştir. Sizi de Türkçü bildiğimden bu acayip dedikoduya inanmıyor ve size bir fikir vermek için naklediyorum.Fakat bu dünya bir imkanı alem olduğundan böyle bir şey var ise neden bu şartı koşmak lüzumunu hissettiğinizi irşad maksadıyla lütfen izah eder misiniz? Bilvesile gıyabi saygılarımı sunarım.

- II -

Reha’nın Barıman’a yazdığı 13.11.1941 tarihli mektupta benim, Selim Sarper’e yazdığım mektubun kopyası olarak gösterilen satırlar:

N. Barıman Bozkurt’un tekrar çıkarılması için sizle görüşürken ona Çınaraltıyla mücadeleyi ve benim aleyhimde yazmalarını şart koşmuşsunuz. Gayeniz Türkçüleri birbirlerine düşürüp zayıflatmakmış! Gene Barıman ilave etti. Biz Selim Beğ’le münakaşa ettik ve onu ikna ettik. Sizi Türkçü tanıyorum. Lütfen bunun sebebini anlatır mısınız?

- III -

Reha’nın, Cemal Oğuz Öcal’a yazdığı 8.5.1942 tarihli mektupta benim, Selim Sarper’e yazdığım mektubun aynen kopyası olarak gösterilen satırlar:

Muhterem Efendim,

Yakında yeniden intişarına tavassut edeceğinizi duyduğumuz Bozkurt’u çıkartanların nasıl kimseler olduğunu bilmeniz için size bu mektubu yazıyorum. Bozkurtçular ve bu meyanda sahibi Nurullah Barıman Bozkurt’un intişarına şart olarak Çınaraltı ve benim aleyhimde bulunmalarını şart koştuğunuzu, bu suretle Türkçüleri aralarında mücadeleye sevketmek istediğinizi, bu bakımdan sizin Türkçüler için zararlı bir şahsiyet olduğunuzu söylemişlerdir. Sizi de Türkçü bildiğimden, bu maksatlı dedikoduya inanmıyor ve size ait bir fikir vermek için naklediyorum. Fakat bu dünya bir imkanı alem olduğundan böyle bir şey var ise, neden bu şartı koşmak lüzumunu hissettiğinizi irşad maksadıyla izah eder misiniz? Bilvesile gıyabi saygılarımı sunarım.

Esefle söyleyeyim ki, Reha Oğuz, beni gözden düşürmek için Türkçü arkadaşlara bu şekilde mektuplar yazmış, o mektupların benim elime geçeceğini düşünmeden bana bir takım isnatlarda bulunmuştur. Diyelim ki tarafımdan Selim Sarper’e yazılan mektubu görmek başkalarınca mümkün olmasın. Ya üç kişiye üç ayrı şekilde yazılan bu suretler (!) nedir? Maalesef bu durum Reha’nın çok aleyhinedir.

Yukarıdaki satırlarda “sizle görüşürken “kelimelerine dikkat edenler bu ifadenin bana değil, Reha Oğuz’a ait olduğunu elbette anlamışlardır.Onun mektuplarında ve makalelerinde bu yanlış çok geçer. Sonra “Bozkurt’u çıkartanların “tabiri de Reha’ya aittir. O, “çıkarmak” fiilli yerine “çıkartmak” fiilini kullanmaktadır. Netekim Gök Börü’nün üstünde de “Çıkartan: R. Oğuz Türkkan” yazılıdır. Ailesi baba cihetinden Rumeli’nin bugün Yunanistan’da kalan bölümlerinden olduğu için ora ahalisi gibi malum fiilleri çok defa müteaddi olarak kullanmaktadır. Ve nihayet “imkanı alem” terkibine bakanlar da benim böyle pek acemice bir dil yanlışı yapmayacağımı teslim ederler.

* * *

Reha’nın Cemal Oğuz Öcal’a yazdığı uzun mektupta benim aleyhimde pek çok hicivler var. Türkçü efkarı umumiyeye bir fikir vermek için bazı parçalarını aşağıya alıyorum:

… Bir gece Selim’den telefon. Hayretle şunları dinledim:

- Oğuz, sana Yusuf Ziya’nın anlattıklarını nakletmiş, inanmadığını söylemiştin. Fakat işte bugün Atsız’dan aldığım bir mektupta aynı şeylerle karşılaşıyorum. Okuyayım dinel, dedi ve beni hayretlere düşüren jurnal mektubu okudu.

“Atsız”ın yiğit, merd, şövalye tanıdığım Atsız’ın böyle bir mektup yazacağını kafam bir tülü almadığı için, şaşırdım. Atsız’ın ağzından naklen Yusuf Ziya bir mektup yazmış filan zannettin. Ben böyle şaşkınlıklar içinde yüzerken, Selim devam ediyordu:

- Dostluğa layık olmayan dedikoducu insanlar olduğunuza inandım. Bugünden itibaren aramızda ancak resmi münasebet vardır.

Ben hayret içinde:

- Atsız yazmadı, değil mi? diye bağırdım.

- Atsız’ın mektubu!

- İnanmıyorum.

- Gel, gör! Dosya burada!

Gece saat dokuz buçuktu. Hemen otomobile atladım. Sarper’e gitti. Dosyayı açtı. Atsız’ın mektubunu gösterdi. Gözlerime inanmayarak üç dört defa arka arkaya okudum. Sonra da suretini aldım…

Bu da doğru değildir. Hamza Sadi Özbek’e yazdığı mektuba göre hani Selim Sarper mektubun suretini alınmasına müsaade etmemişti? Bundan başka benim bir tek mektubumla dosya tutulmayacağı gibi resmi daireler de gece saat dokuz buçuğa kadar açık değildir. Hele mektubun biraz daha aşağısında Selim Sarper’le münakaşa ettiğini, sözlerini dinletemeyince öfke ile kapıyı vurup çıktığını, eğer o dakikada karşısına Çınaraltıcılar yahut ben çıksaymışım bizleri öldürebileceğini yazmasını hiç de doğru bulmadım. Ben Reha’nın daima tabanca taşıdığını biliyorum ama bunu bir süsü sanıyordum. Yoksa bu broşürü bir davetiye diye kabul edeceğini düşünerek korkar ve bunları yazmazdım…

(H. Nihal ATSIZ)
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimdışı Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2289
Ynt: ATSIZ BEY'İN MAKALELERİ
« Yanıtla #25 : 11 Mart 2015 »
Atsız – Makaleler 1, 2, 3, 4 Dizini

MAKALELER 1

 
BÖLÜM 1: TÜRKLER
– Kurtarılmamış Türkler
– Yunanistan Türkleri
– Türk ve Rum
– Kıbrıs Konusu
– Türkiye ve Kıbrıs
– Kıbrıs’tan Sonra Kerkük
– Yok Olmağa Mahkûm Olanlar
– Türk Korkusu
– İran Türkleri (1)
– İran Türkleri (2)
– 800 Kazak Türk’ü
– 72 Kazak Ailesinin Bitmeyen Çilesi
 
BÖLÜM 2: TÜRK TARİHİNDEN ALTIN SAHİFELER
– Türk Milletinin Şeref Şehrahı
– Türk Ordusunun İftihar Levhası
– Türk Târihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır?
– Târih Şuuru
– Türk Kara Ordusu Ne Zamân Kuruldu?
– Türk Kara Ordusunun Kuruluş Meselesi
– Devletimizin Kuruluşunu Sağlayan Savaş
– 23 Mayıs (1040) ve 3 Mayıs (1944)
– Türk Târihinde “Eylül”
– “Çingiz Han” ve “Aksak Temir Bek” Hakkında
– 10 İlkteşrin 1444 Varna Meydan Savaşı
– Navarin Baskını (20 Ekim 1827)
– İki Şanlı Yıldönümü
– Çanakkale Savaşı
– 27 Nisan 1920
– Malazgirt Savaşının 900. Yıldönümü
– Malazgirt’in 900. Yıldönümü ve Millî Kültür
– 26 Ağustos (1071) ve 30 Ağustos (1922)
– Türk Ordusuna Karşı Don Kişotlar
– 3 Mayıs 1944 (1)
– 3 Mayıs 1944 (2)
– 3 Mayıs
– Büyük Günler
– Gaza Topraklarının Gâzî ve Şehît Çocukları
– Türk Târihinde Yabancı Kadınları İhânet Serisi
 
BÖLÜM 3: TÜRK TARİHİ İLE İLGİLİ MAKALELER
– Kazakistan’da Bulunan Mezar
– Altın elbiseli Adam Hakkında Yeni Bilgiler
– İstanbul’un Fetih yılına Âit Bir Mezar Taşı
– 16. Asır Şairlerinden Edirneli Nazmî’nin Eseri ve Bu Eserin Türk Dili ve Kültürü Bakımından Ehemniyeti

 BÖLÜM 4: DESTAN ve DESTANLAR
– Türk Destanı Üzerine İncelemeler: 1
Türk Destanı
– Türk Destanı Üzerine İncelemeler: 2
Türk Destanı Üzerinde Çalşanlar
– Türk Destanı Üzerine İncelemeler: 3
Türk Destanını Tasnif Etmek Tecrübesi
– Türk Destanı Üzerine İncelemeler: 4
Türk Destanını Nazma Çekmek Teşebbüsleri
– Türk Destanı Üzerine İncelemeler: 5
Kopuzlama ve Oğuzlama
– En Eski Zamâna Âit Türk Destanı
Alp Er Tunga Destanı
– Dede Korkut Kitabı Hakkında (Çiftçioğlu Hüseyin Nihâl, Türkiyat Enstitüsü Asistanlarından)
– Kitap Tahlili – Dede Korkut
 
BÖLÜM 5: DİL MESELESİ
– Dil Meselesi
– Türk Dili
– Edebî Dil
– Bozulan Türkçe
– Dilimizi Türkleştirmek İçin Amelî Yollar
– Türk Dilinde Ekler ve Kökler
– Kültür Dâvâsının Başı
– Türkçülere Birinci Teklif
– Türkçülere İkinci Teklif
– Türkçülere Üçüncü Teklif
– Türkçülere Dördüncü Teklif
– X Meselesi
 
BÖLÜM 6: TENKİT VE TANITMA

– “Zâde” Değil, “Oğul”
– Edebiyat Fakültesi Talebe Cemiyetinin Değerli Bir İşi
– Bizim Radyo ve Hoparlörleri
– İki Mühim Mesele
– Büyük Bir Yanlışlık
– Sessiz Hizmetler
– Solun 94 Yılı
– Türkiye’de Sosyaist ve Komünist Faaliyetleri
– Mühim Bir Dergi
– Büyük Bir Türkçünün Hâtırâsının Kutlanması
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimdışı Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2289
Ynt: ATSIZ BEY'İN MAKALELERİ
« Yanıtla #26 : 11 Mart 2015 »
MAKALELER 2
 
BÖLÜM 1: BÜYÜK ADAMLAR
– Büyük Adam
– Cihan Târihinin En Büyük Kahramanı Kür Şad
– En Büyük Türk Kahramanı Kür Şad
– Çağrı Beğ
– Nâmık Kemâl
– Ziyâ Gökalp
– M. Âkif
– Rızâ Nûr
– Büyük Türkçü Rızâ Nûr (Bu yazı, Atsız’ın hazırlamakta olduğu “Rıza Nur” hakkındaki eserden alınmıştır)
– Rızâ Nûr’un Hayâtı
– Rızâ Nûr’un Türkçülüğe En Büyük Hizmeti
– Dr. Hasan Ferid Cansever
– Zeki Velidi Togan’ın Târihçiliği
– Prof. Fındıkoğlu Ziyaeddin Fahri
– Mehmet Sadık Aran ve Tahsin Demiray
– Profesör Caferoğlu Ahmet
– Nejdet Sançar (1910 – 1975)
– Türk Büyüklerine Saygı
 
BÖLÜM 2: ve DİĞERLERİ
– Çokayoğlu Mustafa Beğ’e Son Cevap
– Vâlâ Nûreddîn Beğ’e Bir Sual
– Haddini Bil
– Edirne Mebusu Şeref Bey’e Cevap
– Kânûn, Ahmet Muhip Efendiyi Çarptı
– Alaylı Âlimler
– Hasan Âli Hesâp Vermelidir
– Sıfıra Cevap
– Mâzîyi İnkâr Edenler, Darülfünun ve Millî Târih Kongresi
– Darülfünunun Kara, Daha Doğru Bir Tâbirle Yüz Kızartacak Listesi
– Eseri Olmayan Eşsiz(!) Profesörler
– Mantık Şâheserleri
– Yalan
– Millî Şefin Bengüzarı
– Mustafa İsmet ve Kızıllar
– Zamân, Hükmünü Veriyor
– Ne Ekersen, Onu Biçersin
– Atsız’ın Sağlık Bakanlığına Dilekçesi
– Sadri Maksudî Beğe Bir Ders
– İşin Başı
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimdışı Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2289
Ynt: ATSIZ BEY'İN MAKALELERİ
« Yanıtla #27 : 11 Mart 2015 »
MAKALELER 3
 
BÖLÜM 1: TÜRKÇÜLÜK-TURANCILIK
– Türkçülük
– Türkçülük, Değişmez Bir Fikirdir
– Bizim Günümüz
– Türkçü Kimdir?
– Türkçüülk ve Siyâset
– Türk Milletinin Asıl Meseleleri
– Turancılık
– Turancılık, Romantik Bir Hayâl Değildir
– Turancılık ve Fâruk Güventürk
– Turancıyız, Ne Olacak?
– Bir Ansiklopedinin Büyük Yanlışları
– Fâruk Nâfiz’e Bir İhtar
– Faşist
– Telkin ve Propaganda
– Ülküler, Taarruzîdir
– Unutmayacağız
– Veda (Okumak İçin) DOKUNUN
– Sağcı Kimdir?
– Millîyetçi Gençlik
– Türk Birliği
– Türk Irkı=Türk Milleti
– Türkler, Hangi Irktandır?
 
BÖLÜM 2: AHLÂK VE MİLLÎ AHLÂK
– Millî Ahlâk
– Gençlik ve Ahlâk
– Türk Ahlâkı
– Gençlik ve Mefkûre
– Millî Mefkûre
– Bize Bir “Gençlik” Lâzımdır
– Türk Gençliği Nasıl Yetişmeli?
 
BÖLÜM 3: MİLLÎ DEĞERLER
– Millî Benlik
– Millî Benlik 2
– Millî Değerler ve Millî Rûh
– Milletleri Rûhlandırmak
– Millî Semboller
– Millî Uyanıklık
– Millî Şuur Uyanıklığı
– Millî Şuur Harekete Geçiyor
– Millî Şerefi Koruyanlar Unutulmamalı
– Millî Birlik
– Millî Siyâset
– Millî İktisat
– İktisat ve Millî Müdafaa
– Kim Millî Kahramândır?
– Millî Eğitim
– Millî Kültürü Koruma Kanûnu
– Milî Mefahireye Saygı
– Millî Mukaddesat Düşmanları
– Millî Gâye

BÖLÜM 4: KOMÜNİZM, SOSYALİZM, SOLCULUK VE KÜRDÇÜLÜK
– “Millet”in İşfaatı
– Târihin Barışmaz Düşmanları
– Antika Komünistler
– Komünistler
– Komünizm, Yıkılmağa Mahkûmdur
– Komünizmin Ahmak Kardeşi: Sosyalizm
– İşte Sosyalizm
– Sosyalizm Maskaralığı
– Moda Yalnız Kılık-Kıyâfete Âit Değildir
– Solcu Foyası
– Sol Millîyetçi Olamaz
– Kürdler ve Komünistler
– Kızıl Kürdlerin Yaygarası
– “Bağımsız Kürd Devleti” Propagandası
 
BÖLÜM 5: TÜRKÇÜLÜĞE VE TÜRK MİLLÎYETÇİLİĞİNE KARŞI OLANLARA CEVAPLAR
– Ordinaryüsün Fahiş Yanlışları
– Uydurma Millîyetçilik (Prof. Ali Fuad Başgil’e…)
– Millîyetçilik Taslayan İhtiyar Kozmopolit (Prof. Ali Fuad Başgil’e…)
– Bir Felsefe Öğretmeninin Yanlışları (Nûreddîn Topçu’ya…)
– Dîndar ve Mutaassıp Hacı Bayanın Türklüğe Hakaretleri (Sabah gazetesinin yazarlarından Bayan Hacı Münevver Ayaşlı’ya…)
– Nûrculuk Denen Sayıklama
– İslâm Birliği Kuruntusu
– İrtica Artık Bir Kuvvet Değildir
– Türkçülüğe Karşı Yobazlık
– Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir (Hasan Bağcı’ya…)
– Konuşmalar 1
– Konuşmalar 2
– Konuşmalar 3
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimdışı Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2289
Ynt: ATSIZ BEY'İN MAKALELERİ
« Yanıtla #28 : 11 Mart 2015 »
MAKALELER 4

– Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye Açık Mektup
– Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye İkinci Açık Mektup
– Türk Milletine Açık Mektup
– Bozkurt Korkusu
– Millî Bayram
– Türk Milletine Çağrı
– Devletin Yüksek Kademelerinde ve Gizli Teşkilâtı İçinde Hâinler ve Casuslar mı Var?
– Düşmana Koz Veriliyor
– Birleşmiş Milletler İdeali
– Târihin Akışı Değiştirilemiyor
– İlericiler
– Sosyal Yüzsüzlük
– Senin Seviyen Bu mu?
– Ahlâkî Adâlet
– Millî Savunma Gücünün Yok Edilmesi
– Işık
– İleriki İnkılâpçılara
– Köycülük
– Halk ve Münevver
– Biz Ne İstediğimizi Biliyoruz
– Türk Halkı Değiliz, Türk Milletiyiz
– Hürriyet Sarhoşluğu
– Hürriyetin Sınırları
– Propaganda
– Kirâlık Subaylar
– Çağımızın Masalı
– Komünist, Yahudî ve Dalkavuk
– İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’e Dilekçe
– Kızılay Görevini Yapmadı
– Vodka Fabrikası
– Türk Kızları Nasıl Yetiştirilmeli?
– Fanteziler
– Siyâset Terâneleri
– Açık Yürekli Olmak
– Partiler ve Tutumları
– Halk Partisinin Tek Yanlışı
– Hindenburg’un Sözleri
– Askerî Düşünce ve Siyâsî Düşünce
– “Devlet” Adındaki “Haramî Ocakları” ile Siyâsî Bağları Muhâfaza Etmek Faydasızdır
– Dün ve Yarın
– Kızıl Elma
– Yoktan Mesele Çıkarmak
– Lüzûmsuz Telâşlar
– Asıl Mesele
– Büyüklük Ülküsü
– Yasak Kitap
– 68. Vilâyete Seyahat
– Kültür Bakanının Resmî Yazısına Açık Cevap
– Yorulanlar
– Kurucular Meclisi
– Koca Râgıp Paşa, Haşmet ve Fitnat Hanım
– Öğretmen Kıyımı
– Amerikalılar Aya Giderken
– Otorite
– Bir Millet Nasıl Çökertilir?
– İçeriden Çökertme
– Hukûk Her Şey Değildir
– Artık Bir Sınır Çizmek Gerek
– Vazife Sınırı
– Grev ve Lokavt
– Korkular
– 16 Devlet Masalı ve Uydurma Bayraklar
– Gurbetteki Mazlumlar
– Gurbette Mecburî Yaşayanlar
– Bir Yurdun Kutsal Yerleri
– Türkiye’nin Yeniden Kurulması
– Türkiye’nin Yeniden Kuruluşu
– Türkiye’nin Türkleşmesi
– Yabancı Bayraklar Altında Ölenlere Ağıt
– Türk Bodun, Ökün!
– Aynı Târihî Yanlışlığa Düşüyor muyuz?
– Aynı Târihî Yanlışlığa Düşüyoruz
– Atalarımızdan Kalan Eserleri Yıkmak, Vatana İhânettir!
– Ne Yaptığını Bilmeyenler
– Savaş Aleyhtarlığı
– Askerlik Aleyhtarlığı
– Ne Zamân Savaşılır?
– Düşmana Tâviz Verilmez
– Altıncı Filo
– NATO’ya Hayır! Peki Sonra?
– Mendebur Amerikalı
– Ders
– Chyrchill Masalı
– Türk Vatanını Peşkeş Çekenlere
– Baş Makarnacının Sırtı Kaşınıyor
– Mûsâ’nın Necip(!) Evlâtları Bilsinler ki
– Arabları Kurtarmak için Teklif
– Son Söz
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimdışı Fatih

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 401
  • Kök Tenğri'nin esenliği bütün Türklerin üzerinedir
Ynt: ATSIZ BEY'İN MAKALELERİ
« Yanıtla #29 : 12 Eylül 2015 »
“Çengiz Han” ve ” Aksak Temir Bek” Hakkında.

Millî şuurun ve ilmî tarihçiliğin hâlâ gereğince gelişememesi, dinî taassubun hâlâ ruhlara hükmetmesi dolayısıyla tarihimizin bazı büyüklerine karşı saygısızlıkta bulunmak, yahut Türk ırkının şu veya bu bölümlerini birbirine düşman saymak gibi yanlışlıklar sık sık yapılmaktadır. Bunların arasında en yaygını Çengiz ve Temir düşmanlığıdır. Bu düşmanlığı yapanlar arasında Şarlman’la Şarlken’i birbirine karıştıran felsefeciler bulunduğu gibi tarihçi geçinenler de vardır.

Bu tarihçi geçinenlerden biri Türk soyunun güzelliği hakkında yazdığı bir gazete makalesinde yine dinî taassup sebebiyle Çengiz ve Temir’den “mahlûkat” diye bahsederek onların sarı “Moğol” ırkından olduğunu Türklerin ise beyaz ırkın mümessili olduğunu ileri sürdü.

Artık ilmî bir değeri kalmayan bu eskimiş sarı ırk, beyaz ırk tabirleri yanında muharririn Çengiz ve Moğollar hakkındaki son neşriyattan da habersiz olduğu, bu yazıları kırk yıl önceki ilmin kırıntılarıyla yazdığı anlaşılmaktadır.

Burada tafsilâta girişerek, bazı gençlerin sorularını cevaplandırmak üzere, şimdiye kadar varılan ilmî sonuçların özetini vereceğim:

1- Türklerle Moğollar iki kardeş millettir. Altay grubu denen akraba milletlerin en mühim iki tanesidir. Türkçe ve Moğolca eskiden tek dil olup ancak Hunlar çağında iki ayrı dil haline gelmiştir. “Hun – Türk münasebetleri” adlı tebliğ ile bunu iddia ve ispat eden Türk, Moğol ve Çin dilleri bilgini Von Gabain olmuştur. (İkinci Türk Tarih Kongresi, s. 895- 911, İstanbul, Kenan Matbaası).
2- Moğol kelimesini tarihe tanıtan Çengiz Han olmuştur. Kendisinden önce Moğollar’a (yani Moğolca konuşan boy ve uruklara) ne dendiği kesinlikle belli değildir. Sekizinci yüzyıla ait Orkun yazıtlarında görülen “Otuz Tatar” ve “Dokuz Tatar” adlı birliklerin Moğol olduğu ileri sürülmüşse de bu, bir faraziyeden ibaret kalmıştır: Çünkü bugün Moğolistan denilen eski Gök Türk ülkesinin ancak onuncu yüzyıldan başlayarak Moğollar’la dolduğu ortaya konduktan sonra Sekizinci Yüzyılın Otuz Tatar ve Dokuz Tatarlar’ın da Türk olduğu kendiliğinden belli olmuştur. Gök Türkler çağında adı geçen “budun”lardan Moğol olduğu kesinlikle bilinen ancak Kıtaylar’dır ki daha sonraki zamanlarda da tarihe Moğol olarak geçmişlerdir.
3- Fakat Çengiz’in “Moğol” topluluğu etnik değil, tıpkı “Osmanlı” tabiri gibi siyasî bir isimdir ve aralarında Türkçe konuşan veya Türk olan boylar ve uruklar da vardır.
4- Eserini On Birinci Yüzyılda yazan Kaşgarlı Mahmud, Tatarlar’ı, ayrı lehçeleri olan bir Türk kavmi olarak göstermiştir.
5- On Üçüncü Yüzyılda Büyük Çengiz İmparatorluğunu gezen Marko Polo, “Tatar” kelimesini Türkler’le Moğollar’ın ikisini birden kapsayan bir deyim olarak kullanmıştır.
6- Türkler’in kendileri de “Tatar”ı Türkler’in bir parçası ve belki de Doğu Türkçe’siyle konuşan Türkler olarak saymışlardır. Âşıkpaşaoğlu, tanınmış tarihinde Süleymanşah’la birlikte Anadolu’ya gelen Türkleri “elli bin miktarı göçer Türkmen ve Tatar evi” olarak kaydeder.
7- Osmanlı padişahlarından II. Murad zamanında, hicrî 843’te yazılıp tarafımdan yayınlanan bir tarihî takvimde Çengiz, Ögedey, Güyük, Mengü, Hülegü, Abaka, Keyhatu gibi Müslüman olmayan Çengizli kaanlar rahmetle anılmıştır. (Osmanlı Tarihine ait Tarihî Takvimler, s. 92-94, İstanbul 1961, Küçük aydın Basımevi). Yani On Beşinci Yüzyıl ortalarına kadar Türkiye’de aydınlar arasında bir Tatar düşmanlığı, Müslüman olmayan Türk’e düşmanlık diye bir şey yoktu. Bu müsamahakârlık Doğu Türkleri’ni veya Tatarlar’ı yabancı saymaktan, Çengiz Hanedanını millî bir hanedan saymaktan ileri geliyordu. Umumî bir müsamaha olsaydı aynı hoşgörürlük Bizanslılara, Ermeniler ve Gürcülere, Batılılara karşı da gösterilirdi.
8- Türkler’le Moğollar aynı kökten gelen iki kardeş millet olmakla beraber Çengiz Han, Moğol değil, Türk’tü. Çengiz’in Türklüğü tarihî geleneklerin dışında tarafsız çağdaş Çinlilerin tanıklığı ile de sabittir. Profesör Zeki Velidi Togan, 1941’de yayınladığı “Moğollar, Çengiz ve Türklük” adlı küçük eserinde, (s. 18) ve 1946’da yayınladığı “Umumî Türk Tarihine Giriş” adlı büyük ve değerli eserinde (s. 66) Çengiz Kaan’ı 1221’de ziyaret eden Çao-hong adlı bir Çin elçisinin verdiği bilgiyi nakletmiştir. Bu elçi, Çengiz’in eski Şato Türklerinden indiğini gayet açık olarak belirtmiştir. Şatolar ise, bilindiği üzere eski Gök Türkler’den inen büyük bir uruktur. Çengiz’in tipi hakkındaki tarihî bilgiler de (uzun boy, kumral saç, beyaz ten, yeşil göz) eski Gök Türk kağanlarınınkine uymaktadır. Çengiz’in aile adı olan “Börçegin”, “Börü Tegin’in Moğolca söylenişinden ibaret olduğu gibi “Çengiz” kelimesi de “Tengiz” yani “Deniz” kelimesinin Moğolca söylenişinden başka bir şey değildir. Türkçe’de “t” ile başlayan kelimelerin Moğolca’da “ç” ile başladığını Altay dilleri uzmanları söylemektedir.
Çengiz’in ailesi hiç şüphesiz eski Türk devlet geleneğine uygun olarak çok eski zamandan beri Moğollardan bir kısmı üzerinde (belki de Moğollaşmış Türkler üzerinde) beğlik eden bir Eçine Hanedanı kolu idi. Bu hanedanda Türk geleneklerinin devam etmekte olduğu Çengiz’in oğullarından Çağatay ve Ögedey’in adlarından gözükmektedir. “Çağa” ve “Öge” bilindiği üzere, Türkçe kelimelerdir.
9- Aksak Temir Bek’in bir Barlas gibi olması ve Barlasların Moğol uruğu sayılmasında Temir’in Türklüğüne engel değildir. Temir’in ailesi de Çengiz ailesinin bir kolu olup Barlas uruğu üzerinde beğlik etmiştir. Ruslar tarafından Temir’in mezarını açmak suretiyle yapılan incelemeler onun da uzun boylu ve beyaz tenli olduğunu ortaya koymuştur ki eski Arap ve Fars edebiyatlarındaki Türk tavsifine tamamen uygundur. Üstelik Temir’in anadili de Türkçe’dir.
10- Ne Çengiz ne Temir Bek, Aryanî tipinde değildi. Klâsik Türk tipi bazı sahtekârların iddia ettiği gibi Hind Avrupa tipi olmayıp Çinlilerle Aryanîler arasında orta bir tiptir. Mezarlardan çıkan kafatasları, eski heykeller, eski duvar resimleri ve tarihî tavsifler bunu gösterdiği gibi Arap ve Fars şiirlerinde de çekik gözlü Türk güzellerinin övülmesine dair birçok örnek vardır. Milâdî 1114’te, yani daha Çengiz’in ve Moğollar’ın ortaya çıkmasından ne kadar önce ölmüş olan Zemahşerî’nin bir Türk güzeli hakkında yazdığı şu şiirlere bakın:
“O ne kutlu bir gündü ki Yâfes kızlarından güzel ve cilveli bir kıza malik olmuştum. O güzel gözleri her ne kadar dar ise de sihir kârlık bakımından geniştir. Baktığı vakit gözlerinin karası görünürse de güldüğü zaman bu siyahlığın hepsi kaybolur.”
                                                           * * *
“Türk”‘ neslinden bir güzel kız beni kendi isteğimle ölüme doğru götürmektedir. O kızın kendi fettan, gözleri de öldürücüdür. Zaten Türk’ün öldürücülüğü meşhur değil midir? Bu kızın kardeşinin kılıcı ne kadar kesici ve öldürücü ise de bu hususta onun gözü erkek kardeşinin kılıcından daha kesicidir. Kardeşi, aldığı esirleri azad ederse de bunun esirleri azad kabul etmez. Kardeşi bazı insanların kanını dökerse de bu herkesin kanını dökmektedir. Kardeşinin elinde kâfirler feryad etmektedir. Bu ise Müslümanları inletmektedir. Ben onun hicranı ile ağladıkça o benim karşımda güler ve güldüğü vakit büsbütün darlaşan gözleri kalbimi yaralar.”
                                                                 * * *
“Su’dâ (1) ya şöyle söyle: Bizim sana ihtiyacımız yoktur ve biz iri siyah gözlüleri istemeyiz. Dar gözler ve dar gözlüler bizim düşüncemizi ve hayalimizi doldurmuşlardır. Onlar baktıkları vakit yalnız gözlerinin siyahlıkları görünür. Fakat gülecek olurlarsa o siyahlık da görünmez olur. Türk yüzü-ki Tanrı onları kem gözden esirgesin-gökteki ay gibidir” (Atsız Mecmua, Sayı: 15, 15 Temmuz 1932, Sayfa: 66-67.)
11- Oğuzlar’ın da vaktiyle tam klâsik Türk tipinde olduklarının en büyük delili daha Selçuklu devleti kurulmadan önce ölmüş bulunan Mes’ûdî’nin kaydıdır. Mes’ûdî “Oğuzlar çekik gözlüdür. Fakat onlardan daha çekik gözlü olanlar da vardır.” demektedir. Genellikle Oğuzlar’ın torunları olan bugünkü Türkiye Türkleri’nin arasında da bu tipin tam veyâ biraz değişik örnekleri çok sayıda göze çarpmaktadır.
12- Aksak Temir’in Türkiye Türkleri ile çarpışmasını bir millî dâvâ haline getirmeye çalışmak millî bir ihanetten başka bir şey değildir. Aksak Temir’in Yıldırım Bayazıda karşı savaşan ordusunda pek çok Doğu Anadolulu Türkmen vardı. Bu savaş gerçekte Osmanlı-Karaman, Osmanlı – Akkoyunlu, Osmanlı – Safevî vuruşmaları gibi bir iç savaştır. Osmanlı – Karaman ve Osmanlı – Safevî savaşlarında gösterilen sertlik Osmanlı – Çağatay savaşındakini bastıracak niteliktedir. Bu çarpışmalar Türk tarihinin oluşundaki bir kader sonucudur. Türk tarihi pek çok iç çârpışmalarla doludur. Nitekim Osmanlı tarihinde de prensler arasındaki kıyıcı savaşlar büyük bir bölüm teşkil eder.
13- Son zamanlarda Kül Tegin anıtının bulunduğu yerde keşfedilip Kül Tegin’e ait olduğu iddia edilen heykelin tipi arkaik Orta Asya tipidir. Herhalde Kül Tegin’in veya Gök Türkler’in de “Moğol” olduğu iddia edilemez.
14- Selçukluların İranlı saray şairlerinden “Dih Hudây Ebu’l-Ma-âlîyi’r Râzi” Selçuk sultanının sarayındaki Türk kölemenlerden bahsederken şöyle demektedir: “Hepsi Kırgız ve Çin kökünden olan servi boylular, hepsi Yağma ve Tatar tohumundan olan gül yüzlü güzeller. Aralarında gümüş çeneli Oğuz ve Kıpçak güzelleri, mis yüzlü ve ay gibi Kay ve Kimekler de var. Tanrım, bu Türk çocukları ne güzel şeyler ki onlara bakan insanın gözleri bahar gibi olur.”
Buradaki Çin’den maksat uzakdoğu Türkleri ve belki de Moğollardır. Tatarlar’ın Yağmalarla birlikte gül yüzlü güzeller olarak gösterilmesi onların su katılmamış Türklüklerine en büyük delildir.
15- Bugün özellikle “Tatar” denilen Türkler Kazanlılarla Kırımlılardır. Kazanlılar eski Bulgar Türklerinin, Kırımlılar da Kıpçakların torunlarıdır. Yani bugün siyasî ve hatta coğrafi bir anlamı olan Tatar kelimesini bir Moğol uruğu, yahut Türk’ten başka bir şey diye düşünmek imkânsızdır.
Bu şartlar içinde Türk tarihinin iki büyük şahsiyeti olan Çengiz Han ile Temir Bek’i Türk’ten gayrı ve hele Türk düşmanı olarak görmek, göstermek ve düşünmek tarihi tahrif etmekten başka bir şey değildir. Özellikle Tatar kelimesini Moğol veya gayrıTürk bir millet anlamında kullanmak hiçbir şey bilmemek demektir.
Türkler, Türk tarihinin birinci sınıf insanlarından bazılarını tenkit etmek, beğenmemek, sevmemek hakkına maliktirler. Fakat hanedanlar arasındaki rekabetler dolayısıyla bunlardan birini tutarak onun hasmını millî düşman diye ilan edemezler. Irk davalarında coğrafyanın hiçbir değeri yoktur.

Türkler’den bazılarını millî düşman diye göstermek hem tarihi değiştirmek, hem de yarınki Türk birliğini baltalamak olur. Bu baltalama, tarihî düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürmektir.

(1) “Su’dâ”, Zemahşerî’nin Arap sevgilisinin adıdır. Bu şiirleri o zaman Kelâm Tarihi profesörü, sonra Diyanet İşleri Başkanı olan Şerefeddin Yaltkaya tercüme etmişti.

Hüseyin Nihal ATSIZ / Ötüken, 23 Temmuz 1966, Sayı: 31 – 32