BU ANA BAŞLIK ALTINDA; TÜRK IRKI İÇİN İMGE HALİNE GELMİŞ, TÜRKÇÜLÜK İDEOLOJİSİ İÇİNDE GENİŞ YER BULAN, DOĞRUDAN VEYA DOLAYLI OLARAK TÜRKÇÜLÜK İDEOLOJİSİNİN TEMELİNİ OLUŞTURAN VARLIK VE KAVRAMLARIN ETİMOLOJİK (KÖKENBİLİMSEL) ARAŞTIRMALARINA VE SONUÇLARINA YER VERECEĞİM.
KONU BAŞLIKLARI SÖZ KONUSU VARLIK VE KAVRAMLARI TANIMLAYACAKTIR.
BU VARLIK ve KAVRAMLAR YAZIN İÇERİSİNDE: KÖKBÖRÜ, ERGENEKON, KUT, BÖRTEÇANA, ÖTÜGEN Ve TÜRK olarak sıralanacaklar.
KÖKBÖRÜ
KÖKBÖRÜ: Türkler için bir kült değil ama, inanç ve yaşam sistemlerinin tam da merkezinde bulunan varlık.
Tüm diğer kadim ırklarda olduğu gibi, Türk ırkının da özgün bir yaratılış ve türeyiş efsanesi vardır. Kökbörü figürü Türk tarihinde karşımıza ilk defa “yaratılış efsanesi” içerisindeki etkin varlığı ile çıkar. Daha yakın tarihlerde de “türeyiş” mit’inin merkez karakterini oluşturur.
İlerleyen binyıllar içerisinde bu iki olguyu, yani Türk ve Kökbörü’yü bir arada tutan ve ayrılmaz kılan unsur da işte bu “yaratılışdan berilik-başlangıçtan itibarenlik-” halidir.
Devam eden yıllarda da, yeni Türk efsanelerinde ve Türklerin içerisinde oldukları komşu kavim efsanelerinde, bu ikili sıkça karşımıza çıkar. Ancak geçen zaman ve değişen mekanlar Kökbörü olgusunu, artık asal tanımının çok ötesinde farklılaşmış olarak günümüze kadar getirecektir.
Bu değişim süresi içerisinde Kökbörü, Türkler tarafından, bazen bir hanedanlık adı, bazen insanlaştırılmış bir lider ve bazen de salt yardımcı bir hayvan ve çoğunlukla da, artık bir imge ve şekil olarak algılanagelecektir.
Asal görev ve anlamının dışına çıktıkça , hem fiziksel, hem de isimlendirme olarak ciddi değişikliklere uğraması da kaçınılmaz olmuştur.
Türkçülük ideolojisi penceresinden bakarsak, Kökbörü ile ilgili olarak meydana gelmiş dejenerasyon (aslından uzaklaşma ve değişime uğrama), diğer “Türk’ü Türk yapan Özgün Özellikler ” ‘in başına gelmiş dejenerasyondan hiç de az değildir.
Dikkat çekici yoğunlukta Türkiye Cumhuriyeti orjinli ve özellikle son 50 yıl içerisinde olmak üzere, bilinçli veya bilinçsiz olarak yapılan, “sözde” bilimsel araştırmalar, bilgiçlikler, tezler, hurafeler, kendisi dayanaksız olan dayanaklara bağlanan doğrulamalar zinciri içerisinde , Kökbörü asal gerçekliği “canis lupus arabs” *hali ile hayvansal bir imge formuna indirgenmiştir.
Tarihin laboratuarı yoktur. Tarih ile ilgili araştırmalar bu nedenle sebep-sonuç ilişkisi içerisinde incelenir. Ve bu inceleme insan ile ilgili ise, gerçeğe yaklaşma yolunda, diğer bilimdallarından destek alma gereği –şartı- vardır. Tek başına vakavünislerin kayıtlarına ve efsanelere dayanan tarihi bilgi yetersiz, eksik ve çoğu kere yanıltıcıdır.
Geçmişe yönelik bir araştırmada, araştırılan olgunun köküne bakma gibi bir gereklilikten yoksun metotların ulaştığı sonuçlar, bırakın gerçeği açıklamayı, çoğunlukla gerçekten daha çok uzaklaşmaya neden olan sapmalar ile neticelenir.
Hele bir de, bu sonuçları referans olarak alan, yeni bir araştırmanın varabileceği son noktada ki hata boyutunu tahmin etmek bile zordur.
İşte KÖKBÖRÜ’nün başına gelen de, maalesef budur.
Her efsanenin ve mit’in üzerine kurulduğu bir gerçeklik, bir olay ve/veya olaylar zinciri mutlaka vardır.
Bu gerçekliğin, diğer tüm yaşanan olaylardan belki de tek farkı, onu efsane haline getiren tek özelliği, sadece ve sadece onun şiddeti, büyüklüğü, akıl almazlığı ve doğa üstülüğü değil, unutulmaması ve bir sonraki nesillere aktarılması gereğidir. Mit’ler ve Efsaneler bir sonraki nesile aktarılması gereken bilgiler ve sırlarla doludur.
Bu disiplin çerçevesinde mit ve efsaneler kayıt halinde muhafaza edilir. Bu kayıtlar bazen bir taş,bazen bir deri ve bazen bir parşömen üzerine yazılır.
Kayıt altına alınan bilgiler ana metin kaybolsa bile toplum hafızasında yenilene şekilleri ile yaşamaya devam eder.
Özellikle, ana metinlerin neredeyse tamamının yok olduğu felaketler sonrasında, geriye sadece toplum hafızasının yeniden şekillendirdiği bilgi ve sırlar kalır.
Bu aktarım yazılı olmayan metinler ile de yapılabilir. Çok eski bir Türk mesleği genellikle babadan-oğula geçen bir süreklilik ile atalardan gelen bu bilgi ve sırları gelecekteki nesillere aktarmayı görev edinmiştir.
Bu, binlerce yıl önce yazılan aktarımı zorunlu bilgi ve sırları, zaman tünelinden geçirerek günümüze ulaştırma işini görev addeden meslek üyelerine “KAYÇI-KAYTÇI=kayıt eden, kayıtçı) adı verilir.
Kayçılar, belli bir ritm ve melodi eşliğinde, manzume haline getirdikleri bilgileri masalsı bir anlatım ile hafızalarına kazırlar. Ve diyar,diyar,köy,köy dolaşarak topluma iletirler.. Bu bilgiler aynı şekli ile muhafaza edilerek , ezber usulü ile kaytçının yetiştirdiği çırağına (genellikle oğlu) aktarılır. Bu şekilde, bilgi, nesilden nesile devamlılık kazanarak ölümsüzleştirilir..Belli bir düzen, kafiye ve şifreleme esasına dayanan bu bilgi cümlelerinde, tek bir harfin değişmesi bile, genel yapıyı bozacağı ve söyleme zorluğu yaratacağı için, genellikle geçen binyıllar içerisinde çok az değişime uğrayacağı varsayılır.
Bilginin bir sonraki nesillere aktarılmasında ikinci yol yazılı metinlerdir. Ancak gerek metin’in tahribi, gerekse yazının deşifre edilmesi sırasında meydana gelen hatalar sonucu yazılı metinler anlam ve amacından çıkar. İçerdiği “oldukça önemli bilgi” önce efsaneleşir,daha sonra masallaşır. Efsaneleşmiş ve masallaşmış bilgi üzerine yapılan “bilimsel” araştırmalarda “safsata” ile sonuçlanır.
Çok kullanılan bir örnek vermek istiyorum: Büyük bir nükleer felaket sonrasında geride kalanlar ilk olarak ne yapar?
İlk olarak yaşam kaygısına düşerler. Yaşamın ilk kaygısı da beslenmedir. Yiyecek kaynakları ortadan kalkmış ve üretimin lojistik desteği yok olmuştur. İkinci kaygı barınma olacaktır. Ve arkasından güvenlik…,Hangimiz ampul üretebiliriz veya aç ve korunmasız iken “ampul teknolojisi nasıl bir şeydi? Şunu araştırıp bulayım ve sonra bir ampul üretim atolyesi kurayım derdine düşeriz?...Veya elektrik santrali kurmaya kalkarız…İlk yapacağımız şey karnımızı doyurmak için avlanmak ve yemiş toplamak olmaz mı? Barınmak için ev yapmaktan ziyade, doğal korunakları tercih etmez miyiz?. Bu kargaşada çocuklarımıza okuma yazma öğretelim, kaygısına kim düşer?...Geçmişimizi,medeniyetimizi unutmayalım ,unutturmayalım kaygısı ne zaman şekillenir? Medeniyet öncesi ve sonrasını yaşayan nesil için otomobil,elektrik,bilgisayar vs ..bir şey ifade etse de yeni nesil için sadece çocukluğunda dinlediği bir masal olarak hafıza da kalacaktır. Ancak her şeye rağmen geçmişe dair bir takım şeyler kayıt edilir. Özellikle felaket nedenleri, bir daha tekrar etmemesi veya önlem alınması uyarısı ile bir sonraki nesile aktarılmak istenir…Ama zamanın tahribatı ve insanoğlunun hafıza zaafları neticesinde ne kadarı gelecek nesillere aktarılır ve aktarılanların ne kadarı orjinaline sadık kalır?
Tarihi bir olgu incelenirken konu ile ilgili mit ve efsanelere bu gözle bakmak gerekir. Mit ve efsanelerin içerdiği bilgiyi günümüz dünyası kriterleri ile değerlendiremeyiz.
Aynı şey, mit haline gelmiş varlıklar için de geçerlidir. Onların ne olduklarını?,Neden olduklarını? sorgular ve araştırırken mutlaka bu varlığın ortaya ilk çıktığı zaman ve mekanın özelliklerini dikkate alarak yorum yapmalıyız..
KÖKBÖRÜ GERÇEĞİ:
KÖKBÖRÜ kelimesi birleşik bir isimdir. KÖK ve BÖRÜ kelimelerinden oluşur.
Bu birleşik ismi ve ne anlama geldiğini, doğru olarak tahlil edebilmek için, onu oluşturan kelimelerin neyi ifade ettiğini ve ne olduğunu teker, teker ele almalıyız.
KÖK= AÇIK KURŞUNİ GRİ olarak tanımlayabileceğimiz bir renk ismidir. Tek başına kullanıldığında isimdir. Kadim Türkçe de bu rengi taşıyan canlı ve cansız varlıkların isimlendirilmesinde yaygın olarak sıfat tamlaması hali ile kullanılmıştır. İşlenmiş demirden yapılan eşyaların, savaş gereçlerinin (kılıç,miğfer vs) tanımlandırılmasında da aynı şekilde kullanıldığını görürüz.
Kökbörü kelimesinde de ilk olarak bu anlamı ile kullanılmıştır.
Neden?
Neden renk olarak kullanıldı da örneğin:Semavi anlamında kullanılmadı?
Tanımladığı varlık açık kurşuni renkte bir kürk’e (veya renge) sahiptir.
Aynı dönemde aynı renk kürk ve posta sahip diğer canlı varlıklar da benzer şekilde isimlendirilir.Kök teyeng (gri sincap), Kök Sigun (gri geyik)
Aynı varlığın diğer dillerdeki adı da günümüzde Graywolf (grikurt) olarak bilinir.
Diğer ırklarda geçen zaman içerisinde başkaca hiçbir soyut veya somut objeyi tanımlamadığı için ilk konulan ismi anlamı ile kalmıştır. Türkler de bir yırtıcı hayvandan öte soyut ve somut kavramlara denk düşeceği için ilerleyen yıllarda kelimeyi oluşturan her iki kök (Kök ve Börü) zengin bir söz dizininin “etimon” u haline gelecektir. Bu gelişmede Türk dilinin üstün yapısının katkıları da unutulmamalıdır.
Bir kelimenin en eski kaynak şekline “etimon’una” ulaşmaya yönelik araştırmalar için çeşitli dayanaklar vardır.
İsimlendirmede, kökene yönelik yorum yapabilmek için, insan beyninin algılama öncelikleri ile iç güdüsel davranış sistematiğinin iyi bilinmesi gerekir. Netice de yeni bir kelime yaratacak olan insan beyindir ve onun yönlendirdiği iç güdüdür.
Yeni bir somut varlık karşısında insan beyni öncelikle onu tanımlamaya çalışır. Tanımlamada sırası ile 5 duyusunu harekete geçirir. Normal şartlar altında ilk devreye giren işitme ve görme duyusudur. İnsan bu yeni ve kendisine yabancı nesneyi öncelikle işitme ve görme duyusu ile tanımlamaya çalışır . İşitme duyusu ancak bu yeni varlık uzaktan da algılanabilen bir ses çıkarıyorsa devreye girer. Sessiz bir objeyi işitme duyusu ile tanımlama safhasına geçebilmek için öncelikle ona yaklaşma ve dokunma cesareti ve olanağının olması gerekir. Yaklaşma ve dokunmanın ardından sallama veya vurma ile çıkabilecek ses değerlendirme sırasına girer. Aksi taktirde ilk devreye giren duyu görmedir. Ve ilk algılanan bu yeni varlığın rengi olacaktır.
Renk algısının arkasından eğer temas yeterli süre devam ederse şekil ve şemal belirleme ve bu bilgilerin beyinde derlenip yorumlama safhası gelir.. Eğer bu yeni varlık tehdit olarak algılanmaz ise yavaş yavaş tanımlamada varlık ile yakın temas gerektiren diğer duyu organları devreye girer. Dokunma ile sert,yumuşak;soğuk,sıcak,sivri,yuvarlak;pürüzlü,düz; ağır,hafif; değerlendirmesi yapılır.Nihayet koku ve tat ile değerlendirmenin sonlanması nadir değildir.
Basit bir gözlem örneği verelim.:
Bir bebeğin salonda karşılaştığı yeni oyuncağı ile ilişkisi de çoğunlukla aynı sırayı takip eder.
Bebeklerin yeni tanıdıkları objelere isim verirken işitme duyularını nasıl ön planda tuttukları bilinir. (dü-düt, hav-hav vs.) İkinci aşama daha önce kendilerine öğretilen bir nesnenin adının aynı renkteki başka nesneler için kullanmasıdır. (Beyaz ve mama rengi olan her şeye ma-ma demeye başlarlar.Ve kırmızı olan her şey başlangıçta onlar için “cıss” dır. –patatesi neden domatesten daha çok sevdikleri açık değil mi? )
İlkel insan beyni de benzer şekilde çalışır. Eğer daha önce deneyimli bir öğretmen yoksa yeni objeler için yeni isimler daha önce adı verilmiş somut objeler kıyaslamalı olarak yapılır.
Soyut tanımlama için oldukça kökleşmiş ve zengin somut tanımlama hafızası gerekir. Ve soyut olguların tanımlanmasında daha önce çok iyi değerlendirilmiş ve tasnif edilmiş somut veriler kullanılır.
İlkel bir insanın durduk yerde “kabiliyet, tanrısallık, ruh ve psikoloji” gibi soyut bir kavramı desteksiz ve evveliyatsız isimlendirebilmesini bekleyemeyiz.
İşte bu algılama ve değerlendirme sıralaması dinamiği ,varlıkların isimlendirilmesinde de, varlığın sahip olduğu özelliklerin öncelikleri göz önüne alınarak yapılır. Somut bir varlık somut özellikleri dikkate alınarak isimlendirilir. Soyut varlıklar ise daha önce isimlendirilmiş somut varlıklarla ilişkileri değerlendirilerek isimlendirilir.
Örnek: Tengri= somut bir varlık olarak gökyüzüne verilen isimdir. Özellikle semavi dinler ile ilişki ve yaratıcının yukarıda,gökyüzünde olduğu düşüncesi ile artık Tengri=Yaratıcı,Tanrı’yı tanımlar.Artık kelime yeni bir kimlik kazanmıştır.
Yeni anlamı ile “Tanrı’lı” dediğimizde kelime artık “Gökyüzü’lü” değil, “Yaratıcı’lı”, “Yaratıcıya sahip” anlamını ifade eder.
Eğer soyut ve somut pek çok varlığı tanımlayan bir kelimenin kökenini “etimon’unu” arıyorsak; öncelikle soyut anlamlarının üzerini çizmeliyiz.
Somut temel olmadan soyut tanımlanamaz ve isimlendirilemez.
Somut anlamlar içinde de, tanımlamada belli bir sıra izleyen 5 duyu ile algılamayı dikkate almalıyız.
Kökbörü kelimesinde ki Kök somut bir varlığın rengi dikkate alınarak bir sıfat olarak kullanılmıştır.
Kök kelimesi bu varlığın çıkardığı bir ses değildir.
Şekil ve şemal ifade eden bir “etimon” olmadığıda açıktır.
Geriye sıralamada sadece rengini ifade etmek kalır ki, zaten de o yüzden isimlendirmesinin başına gelmiştir. (diğer gri varlıklar gibi)
Ancak bir kez adını koyduktan sonra bu varlığın kendisi için ifade ettiği tüm özellikleri için onun adını artık “etimon” olarak kullanabilir.
Tanımladığı varlık kutsaldır, köktür, atadır,yol gösterici ve kurtarıcıdır,liderdir. Bu vasıflara sahiptir. Artık bu vasıflara sahip herhangi bir soyut kavrama isim babalığı yapabilir.
Ve bu kelimeden yaralanarak tanımlanan soyut kavramlara sahip başka varlıkların isimlendirilmesinde de kullanılabilir.
BÖRÜ: Yaygın kullanımı ile “Canis Lupus” ‘u tanımlar. Günümüzde bazı Türk topluluklarında Börü yerine “Kurt” kelimesi ile isimlendirilmesinin geleneksel bir sebebi vardır.
Bilinmesi gereken gerçek ise bu kelimenin “etimon” udur.
Börü neyi ifade eder?
Yine insan beyninin isimlendirme dinamiğine dönelim.
Kurt ile ilk karşılaşan insanlar mutlaka onu çıkardığı ses ile tanımlayacaklardır.
Kurt’un çıkardığı ses bö-ğürtüdür.
Kurt havlamaz, boğazından hırıltılı ve boğuk bir ses çıkarır.
Günümüzde de bu sesin adı bögürtü, böğürmek şeklinde kullanılır. Gırtlaktan gelen hırıltılı, kaba ve kuvvetli sesin tanımı ve adıdır.
Bu ses aynı zamanda korku ve endişe vericidir.
Türk nidalarından Bööööğğğ!.. korkutma amacıyla kullanılır.
Kurt ile karşılaşan (yüzyüze gelen) ilk Türk insanı onu çıkardığı ses ile isimlendirmiştir.
O Börü’dür.
İkincil tanım şekli ile ilgilidir.
Çok kısa süreli olarak vahşi ortamda karşısına çıkan bu varlık. Bu uygunsuz, ani ve kısa süreli karşılaşmalarında insanın onu tanımlaması için gerekli süre ve dikkate olanak vermez.
Kurt ile ilk karşılaşan ve sağ kalan insanların olayı ailelerine anlatmalarında ne denli zorlandıkları anlaşılabilir.
Günümüzde olsa biz “ormanda aniden önümüze bir “ŞEY” çıktı deriz.”
“Çok korkunç sesler çıkarıyordu, böğüre böğüre bizi kovaladı ve bir anda ortadan kayboldu. Çok korktuk” diye ifade ederiz. İşte bu anlatımdaki “,korku,şey,hızlı hareket,bir görünüp, bir kaybolma,böğürtü,hırıltı” gibi anahtar kelimeler bir araya gelerek hepsi aynı “etimon” a sahip binlerce somut ve soyut kavramı tanımlayan kelimeye dönüşür.
İşte bu temel üzerinde “Börü” artık yeni kavramlara isim babalığı yapmaya başlar.
Börü kelimesi artık, aynı zamanda, bir görüntünün de adıdır. Kare, yuvarlak, yassı, çıkıntılı sıfatları gibi bir varlığın silüetini, dış görünüşünü betimler.
Tam anlamı ile “tanımlanamayan, alışılagelmedik biçimde” demektir.
Türkçe de yine alışılagelmedik, tanımlanamayan veya şeklini tarif etmenin uzun süreceği bir gurup canlının ortak ismi için de kullanılacak bir “etimon” dur. “
Börtü,Börü,Böcek, olarak yeniden şekillenen bu kelime eklembacaklılar ve tırtılların ortak adı haline gelecektir.
Bir varlığa zarar gelmesinden korkularak veya o varlığın zarar vermesinden korkularak gerçek ismi yerine takma isminin kullanılma alışkanlığı yaygın olan Türk geleneğidir.
“İt’i an çomağı hazırla”, “kırk kere söyleme,gerçek olur” gibi sözlere geçen endişenin kaynağı budur.
Bu düşünce ile Türkler “Börü” yerine “Kurt” demeye başlamışlardır.
Ama “Börü” öyle kuvvetli bir etimon dur ki. Ondan endişe ile ona takılan yeni isim. Yine onun vasıflarına yüksünerek isim sahibi olan bir canlınında yani “börtü” nün de yeni ismi olacaktır. Kurt ismi artık, Türklerin büyük bir kısmında aynı zamanda tırtıl ve solucan familyası için kullanılacaktır
Şimdi dikkatlerimizi iyice toplamamız lazım.
Sibirya kurdu ile ilk karşılaşan Türkler ona rengi, biçimi ve sesi ile KÖKBÖRÜ dediler.
Ama Türk mitolojisinin temelini oluşturan, Türk ırkının anası, ondan ürediklerine inanılan, yeniden yaratılış ve üremenin bünyesinde şekil bulduğu, yol ve yön gösteren, lider ve koruyucu varlık “Sibirya Kurdu” muydu?
Yoksa? Sibirya Kurdu yine kendisi gibi gri ve zor tanımlanan bir başka KÖKBÖRÜ’nün sembolleştirilmiş hali miydi?
O veya bu!
Türk ırkı için varoluşun, yeniden dirilişin rahmidir KÖKBÖRÜ,
O, kutsal, yol gösterici,kurtarıcı ve liderdir.
Özünde bu kadar karışık ve anlaşılması zor bir olgudur.,
Tam olarak ne olduğu anlaşılıncaya kadar veya o bilinç düzeyine erişilinceye kadar da isminin orijinal söylenişinden uzaklaşılmaması gerekir.
Orijinal söylenişinden uzaklaştığımız nispette onu algılamak ve anlamaktan uzaklaşacağımızın farkında olmak gerekir.
Hangi kaygı ve tarihsel sebep ile olursa olsun KÖKBÖRÜ günümüzde BOZKURT halini almıştır.
Belki dediğimiz gibi kadim bir Türk alışkanlığı onun ismini değiştirmiştir.
Belki bu yeni isim bizim yeni coğrafyamız ve yeni fonetik yapımız için daha uygundur.
Belki KÖKBÖRÜ olabildiğince bizden uzaklaşmıştır.
Ama diller içerisinde kendi tarihini içinde yaşatan tek dil olan Türkçe de geçmişin karanlık sayfalarını aydınlatmak için yine tek ihtiyacımız olan kadim kelimelerimizdir.
KÖKBÖRÜ veya BOZKURT zaten yeterince hırpalanmış günümüz Türk Etimon’unda belki artık çok şey ifade etmiyorlar. Pek çok Türk artık bu yeni ismi BOZKURT ile onu sevmiyor.
Daha çok bir siyasi görüşün sembolü olarak algılanıyor.
Üstelik BOZKURT olunca cinsiyeti de erkekleşmiş.
Ama KÖKBÖRÜ ile tam özdeşleşememiş.
Bu millet,
Orta Asya’dan gelip. Orta Doğulu olmaya başladı. İkisi arasında fark var mı? İkisi de orta!.
Attan inip eşşeğe binmeye başladı. Bir fark var mı? İkisi de binek hayvanı ve benzer görünümde.!
Çizmeyi çıkardı , çarık giymeye başladı bir fark var mı?
Yok değil mi? İşlevsel olarak hepsi aynı.
KÖKBÖRÜ yerine BOZKURT demek de öyle. Fark yok.
Ama BOZ renk olarak “GRİ” değildir.
BOZA rengidir. Yani kirli sarı bir renktir.
Bu renkteki Kurtlar ortadoğuda yaşar.
Adlarıda “Canis Lupus Arabs” olarak geçer.
Merak eden bir onun resmine baksın.
Bir de Kökbörü’nün.
Sadece renklerine değil, diğer tüm özelliklerine baksın.
Tüm diğer ayrıntılar bir yana, sadece bu görsel karşılaştırma sonrasında bile,
eminim artık KÖKBÖRÜ ismini daha yaygın kullanacaksınız.
Saygılarımla,
KONU-II:
BÖRTEÇENE mi?, BÖRTEÇİNA mı?, DA? BU NE DEMEK?
KÖKBÖRÜ’nün diğer bir ünvanıdır.
Türk diline uydurma pahasına şekilden şekle girmiş ve nihayet hiçbir anlama gelmeyen (Hem de Türkçe’de, hem de bu kadar değerli bir varlığın ünvanı ve ismi!??) garip ve söylenemez bir kelime olup çıkmıştır.
Türklerin ne kadarı bilir?
Tatarlar ile “hihohaaa capona bak len,capona!” diye aklı sıra kafa bulan bu milletin bazı fertleri,
“ni la bu? Börü-böcük mü?” ağız yellenmesi için bir bahane haline, kim ve kimler tarafından getirilmiştir?
Devam edeceğim…