Türkçü Turancı Otağ
TÜRKLÜK ve TÜRK DÜNYASI OTAĞI => TÜRK KÜLTÜR ve MEDENİYETİ => Konuyu başlatan: o.öcal - 02 Ocak 2012
-
Bu paylaşımda Türkçemizin korunmasında büyük emekleri olan, şiirlerini Türkçe ile yazıp söyleyen, geçmişten günümüze ozanlarımızın, aşıklarımızın, şairlerimizin hayat hikayelerini almaya çalışacağım. Bu ozanlarımızın, aşıklarımızın hayat tarzlarının o günün şartlarına göre değerlendirilmesi gerekiyor. Hayat hikayelerinde efsaneler, hikayeler, destanımsı kısımlar bulunmaktadır. Ayrıca herbirinin bir manevi yaşamı var ki, çalışmlarımda geçen bazı mezhep, tarikat isimleri vs. yanlış anlamaya meydan vermesin isterim. Değerli kandaşlarım, bizim açımızdan önemli olan SES BAYRAĞIMIZA BAYRAKTARLIK YAPMIŞ OLMALARIDIR.
Ozan Dede Korkut (GÜLCE-BAHÇE)
‘Hani övdüğümüz bey erenler
Dünya benim, diyenler
Ecel aldı, yer gizledi,
Fani dünya kime kaldı
Gelimli gidimli dünya
Son ucu ölümlü dünya…’
Ozanların başı ozanlar piri,
Doğumu ölümü neredir yeri,
Ne kadar yaşamış bilinmez biri;
Rivayet edilip söylene gelir.
Yaşadığı yüzyıl bile belirsiz
Kimi der;
Peygambere elçi hanlara vezir
Kimi der;
Akkoyunlu dönemi…
Her söylence med-cezir.
Kopuzun telinde bir ulu ozan,
Türkün tarihine destanlar düzen,
Derleyip toplayıp Aytur’dur yazan,
Rivayet edilip söylene gelir.
Dedem Korkut’un boyu,
Hanlar hanı Bayındır Han’la
Horasan’dan göçerek
Ulu dağlar, zor ırmaklar geçerek
Kars-Anı’ya gelmiştir,
Kağızman-Akçakale’yi yaylak,
Iğdır-Sürmeli Karakale’yi kışlak bilmiştir.
Büyük destan bilgesi
Derler ki, Korkut Ata
Oğuz’un Bayat Boyundan,
Babası Kara Hoca.
Dokuz ve on birinci yüzyıllar arasında,
Doğum yeri; Türkistan’da Sir-Derya.
Bir de oğlu olmuştur, adı da: Ürgeç Dede
Türk elinin kocası,
Dedem Korkut bir derya.
Her rivayet makbul bize
Devam edelim söze:
Bir evliya O, bir eren
Hazreti Muhammed’den hayır dualar alıp
Yüce Oğuz halkına O’dur İslam ilmini veren.
Dedik ya; bir söylence sadece
Belki de bir ekleme…
Oğuznameye göre:
İki yüz doksan beş yıl yaşamış;
Ne bilen var ne gören.
Rivayet rivayet rivayet…
Türk kavminin atası soyu kamlar soyundan,
En saygın rivayette, der ki: Bayat boyundan.
Hayır ve şerri bilen, kılavuzdur her zaman,
Geçmişten geleceğe kopuzu olur derman.
O gün ki töremizde hem ozandır hem şaman,
Türk kavminin atası soyu kamlar soyundan.
Türkmen Kazak ve Özbek Karakalpak Başkurt’ta,
Bilinir Korkut Ata Türk’e vatan her yurtta.
Şölenlerle dillenir kültür kenti Bayburt’ta,
En saygın rivayette, der ki: Bayat boyundan.
Tartışılmaz bir gerçek,
Gerçeği Hak bilir ancak.
Ancak destanlar söyler ki bize;
Bizim dilimizden bizim ilimizden,
İlimizden Bayburt çevresinde yaşamış.
Yaşamış aynı bölgede Oğuzlarla Kıpçaklar,
Kıpçaklarla Gürcülerle savaşları anlatır Korkut Ata.
Korkut Ata, şayet yaşamamışsa da Bayburt’a,
Bayburt’ta yüzyıllardır destan destan dildedir,
Dildedir ihtiyarında gencinde erkeğinde kadında.
O Ulu kişi
Bir dahidir bir bilge,
Oğuz elinde doğan güneş
Hanlara beylere övgüler düzen,
Kavurur alevi, yanıp sönmeyen ateş.
Birer birer anlatır Türk kavminde töreyi,
Gaipten haber edip sezgi alır gününde
Yol gösterir Oğuz’a gider kendi en önde,
İmana gelmeyene silah kılar pireyi.
Desturudur doğruluk erce sözünde durur,
Gönlü birlikten yana büyük aşkı vatandır.
Güçlünün karşısında hep zayıfı tutandır,
Ölümü göze alıp olmayanı oldurur.
Esirgemez hürmeti aksakallı kocalar,
Danışmanı zor işin Türk’ün akıl danesi;
Çözümüyle şenlenir hanlar beyler hanesi.
Geçmişini bilmeyen gelecekte bocalar,
Kılavuz olsun bize yol göstersin atiye;
Haram lokma gibidir ele giden methiye.
Bakın hele ne demiş,
Dirse Han’a a beyler!
Yemez yiğit hakkını,
Sözünü haktan söyler.
‘Hey Dirse Han beylik ver bu oğlana,
Taht ver, erdemlidir.
Boynu uzun yüğrük at ver bu oğlana,
Binit olsun, hünerlidir.
Ağıllardan on bin koyun ver bu oğlana,
Şişlik olsun, erdemlidir.
Katarından kızıl deve ver bu oğlana,
Yük taşıyıcı olsun, hünerlidir.
Altın başlı otağ ver bu oğlana,
Gölge olsun, erdemlidir.
Omuzu kuşlu kaftan ver bu oğlana,
Giyer olsun, hünerlidir.’
Türk dünyasında kabul görmüş
Efsanevi ululardan bir ilki,
Boy boylayan soy soylayan
Hem destancı hem ozan.
Şiiri nesre yakın belki
Nesirleri şiire;
Kopuzu yeter ona,
Kim demez ki çağlayan.
Töre onsuz ad koymaz yetişen tahtsız gezer,
Yiğitlik göstermeyen bir ömür bahtsız gezer.
Hak eden alır adı yapılan bir törenle,
Eğlenir hanlar beyler en görkemli şölenle.
‘Ünümü anla sözümü dinle Pay Püre Bey,
Allah Teâlâ sana bir oğul vermiş, uzun yaşatsın.
Ak sancak kaldırınca Müslümanlar arkası olsun.
Karşı yatan kara karlı dağlardan aşar olsa,
Allah Teâlâ senin oğluna güç versin.
Kanlı kanlı sulardan geçer olsa, geçit versin.
Kalabalık kâfire girince,
Allah Teâlâ senin oğluna fırsat versin.
Sen oğlunu ‘‘Bamsam’’ diye okşarsın,
Bunun adı boz aygırlı Bamsı Beyrek olsun.
Adını ben verdim, yaşını Allah versin.’
Birisine Boğaç der birine Bamsı Beyrek,
Yiğitsiz olmaz destan işte bir örnek Segrek.
Bir ihanet simgesi Kazan Han’ın dayısı,
Destan dedik ya sık sık tam on iki sayısı.
Her birisi bir boy'un aynı Oğuz töresi,
Doğu Anadolu’muz Azerbaycan yöresi.
Basmış bağrında saklar Ortaysa Kazakistan,
Derler onsuz olur mu Türk yurdu Türkmenistan.
Ata Rahmanov’dan dört tane:
İğdir, Dışoğuzların Gever Hanlığına Karşı Savaşı,
Oğuzların Melâllaşması, Korkut’un Kabri Kazıldı.
Nurmırat Esenmıradov’dan iki:
Teke Muhammet, Salur Kazan ve İtemcek.
Derlenerek yazılmış
Her biri ayrı destan;
Bunları da eklersek tam on sekiz edecek,
Yaşıyor gönül gönül yaşatacak gelecek.
Dedem Korkut işte bu
Nerde Türk var orda var,
Balkanlardan Altay’a
Her boy kendinden sayar.
Tiyatroda filmde
Rastlanılır adına,
Şiirlerde masalda
Doyulmuyor tadına.
Öyle bir ulu ozan ünü dünyayı aşan,
Kazılırken görür hep nerde olsa mezarı.
Sonunda teslim olur ecel önünde koşan,
Sir-Derya’nın ağzı der, rivayetin yazarı.
‘Hani övdüğümüz bey erenler
Dünya benim, diyenler
Ecel aldı, yer gizledi,
Fani dünya kime kaldı
Gelimli gidimli dünya
Son ucu ölümlü dünya.
Bu kara yer bizi de yiyecektir,
En nihayet uzun yaşın ucu ölüm,
Sonu ayrılık! ’
Kim ki sahip çıkarsa Ozan Korkut Ata’ya,
O da onun sahibi Hak düşürmez hataya.
Azerbaycan şairi Bahtiyar Vahapzade,
Ne diyor bakın hele gönül olmuş azade.
“Bir yerde ölüp beş niye bin yerde mezarı
Çünkü kazılır her gün gönüllerde mezarı
Otlarda, çiçeklerde ve güllerde doğuldu
Bir yerde ölüp beş niye bin yerde doğuldu
Efsane mi gerçek mi bu insan, ince insan
Varlı sesidir, kopmuş o Türk’ün kopuzundan! ”
Türkistan’da bir mezar bir mezarda Bayburt’ta,
Yaşayacak her daim varsa tek Türk bir yurtta.
Dua edeyim Han’ım:
‘Karlı dağların yıkılmasın,
Gölgeli ulu ağacın kesilmesin,
Taşkın akan güzel suyun kurumasın.
Yüce Tanrı seni kötülere el açtırmasın,
Koşar iken ak boz atın tökezlenmesin,
Vuruşurken kara çelik öz kılıcın çentilmesin,
Dürtüşürken alaca gönderin ufanmasın.
Aksakallı babanın yeri cennet olsun,
Ak pürçekli ananın yeri cennet olsun,
Son nefeste imandan ayırmasın.
Âmin diyenler tanrının yüzünü görsün,
Ak alnında beş kelime dua kıldık, kabul olsun.
Allah’ın verdiği umudu kesilmesin,
Derlesin toplasın günahınızı;
Adı güzel Muhammed Mustafa yüzü suyu hürmetine bağışlasın,
Hânım hey! ..’
Osman Öcal
-
Tasavvuf Şairi Hoca Ahmet Yesevi
-I-
‘Hak Teâlâ habibi, yâ Mustafa Muhammed,
Dertlilerin tabibi, yâ Mustafa Muhammed.
İzhar kıldı Âdem’e, Âdem’den ta Hâtem’e,
Nuru doldu âleme, yâ Mustafa Muhammed.’
O’nunla var olmuştur O’nunla yaşar hikmet,
Hak Muhammed aşığı İbrahim oğlu Ahmet.
Horasan’dan Türklerin manevi hayatına,
Asırlarca hükmedip yön vermiş hikmetleri.
Dilimizi koruyup daha da zengin kılmış,
Derler: “Pîr-i Türkistan”, şair ve büyük veli.
Asırdan asra yürür yaşar gelir dilinen,
Menkıbeye dayanır hakkındaki bilinen.
Kesin değil elbette, bin doksan üç yılında;
Güney Kazakistan’da Çimkent Sayram’da doğar.
Hafif bir söylence:
Bir ihtimal daha var; der ki: Türkistan ‘Yesi’
Yesi şimdi Türkistan kardeş Kazak ülkesi.
Babası Sayramlı olup söylenegelir daim,
Zamanın ünlü bilginlerinden Şeyh İbrahim.
Annesi de Sayramlı,
Musa Şeyhin kızı Ayşe ‘Kara Saç’ Hatun.
Önce annesi ölür yedisinde babası,
Büyütür Yesiliyi Gevher Şehnaz ablası.
İlk eğitimini görür babasından Yesevi,
Sonra da Aslan Baba alır aynı görevi.
Hem hocası olmuştur hem manevi babası,
Yükselir ilim ilim o günün genç dehası.
Zaman tamam olunca
Aslan Baba ölünce,
Yol düşer Buhara’ya
İşareti alınca.
Artık
Gezginci Şeyh Yûsuf Hemedânî’nin öğrencisi,
Hem de mürididir.
Bir dörtlüğünde şöyle der:
‘Ben yirmi yedi yaşta Pir'i buldum;
Her ne gördüm perde ile sırrı örttüm;
Eşiğine yaslanarak izini öptüm;
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte.’
Eğitimi sürdürürken;
Hocasıyla birlikte, görerek ve yaşayarak,
Hem öğrenir hem öğretir gezerken.
Şeyhi ölünce oturur posta,
Görevini üstlenip yol açar eşe dosta.
Bir müddet sonra Yesi’ye döner,
Merkez bulup eğlenir;
Ölümü, bin yüz altmış altı diye söylenir.
Bir rivayet yüz yirmi bir rivayet yetmiş üç,
Kesin tarihi vermek hem yanıltır hem de güç.
Türkistan şehrindedir Yesevi’nin türbesi,
Yayılmış nefes nefes duymak istersen sesi.
Bin üç yüz seksen dokuz bin dört yüz beş arası,
Timurlenk tarafından yaptırılmış burası.
-II-
Yesi, Hoca Ahmet Yesevi’ye,
Yesevi deYesi’ye emanettir artık.
Artık O’nun görüş ve eğitimiyle aydınlanan
Aydın ve hareketli bir kenttir.
Kente Türkistan’ın hemen her yerinden öğrenci akar,
Akar akar da irşad halkasına katılır.
Katılanlar Yesevi ocağından nasiplenip,
Nasiplerini dağıtırlar Türkistan’dan Balkanlara.
-III-
Yayılır dalga dalga hikmetleri dört yana,
Ulaşır her bir cana hoşgörü, dinin özü;
İslâm’ın gerçek yüzü Tanrı, insan sevgisi.
Aydınlık görüşleri Türk’e Türkçe varınca,
Benimsenmiş arınca yine kendi dilinden;
Bu akışın selinden gevşer gönül sürgüsü.
Türk kültürü korunur bozkıra saygı ile
Varılmaz kaygı ile toplumun töresi var;
Ne set bilir ne duvar geleneği görgüsü.
Bilmez miydi Yesevi Arapçayı Farsçayı,
Gökten sağarak ayı Türkçeye kardeş kılar;
Hala durulmaz sular sürüp gelir sorgusu.
Şahittir menkıbeler
Sayan sayar muteber
Alandan Allah razı
Bir dörtlükte şöyle der:
‘Anlamıyorlar âlimler konuştuğumuz Türkçeyi,
Ariflerden duyunca açar gönül mülkünü.
Ayet hadis manası Türkçe olsa uygundur,
Manasını kavrayanlar yere koyar börkünü.’
Farklı yerde farklı unvan,
Sevgidir gönüllerde.
Keramet sahibidir, derler: 'Pîr-i Türkistan',
Yaş yediyken Hızır’a nail 'Hazret-i Sultan',
'Hace Ahmed' de derler ya da 'Kul Hace Ahmed'
Anılır başka yerde: O 'Hazret-i Türkistan'.
Manevi şahsiyeti hikmetlerinin özü,
İslam’dan gelen ışık gecenin aydın yüzü.
Asya Türk dünyasının o tanınmış isminde,
İlme hizmet görülür hakikatin resminde.
Buluşarak yaşamış dünya hali cisminde,
Manevi şahsiyeti hikmetlerinin özü.
Karahanlı Türkçesi Hakaniye lehçesi,
Hikmetlere ölçüdür aruz ile hecesi.
Nasiplenip pay alan erenlerin nicesi,
İslam’dan gelen ışık gecenin aydın yüzü.
-IV-
İşte iman işte gerçek,
Okuyup anlamak gerek.
‘Dokuz ay dokuz günde yere düştüm,
Dokuz saat duramadım göğe uçtum,
Arş ve Kürsü derecesini varıp kucakladım,
O sebepten altmış üçte girdim yere.’
‘Bir yaşımda ruhlar bana pay verdi,
İki yaşta Peygamberler gelip gördü,
Üç yaşımda Kırklar gelip halimi sordu,
O sebepten altmış üçte girdim yere,’
Burada verilen yaşlar,
Gerçek yaşı olmamalı.
Bilimsel açıdan mümkünü var mı?
Manevi doğuşun yaşına benzer.
Bir kara sevdadır Peygamber aşkı,
Ne saray dilemiş ne sırlı köşkü,
Eylemiş şiirle var olan meşki,
Altmış üç yaşında girmiş hücreye.
Ve O’nun için derler ki:
Peygamberin ölüm yaşına gelince,
Ermek için tutuştuğu murada
Yerin altına kazdırıp hücre
Ömrünü tamam eder burada.
Bir diğer şiirde der ki:
‘Benim Tanrım Kudret ile bir baktı,
Mesut olup yer altına girdim işte.
Garip kulun bu dünyadan geçti gitti,
Sırdaş olup yer altına girdim işte.’
Sanat adına
Bir endişe taşımaz
Söylediği hikmetlerinde
Manzume bir vasıtadır sadece.
Müritleri dahi aynı yolu denerler;
Hangi hikmet kime ait meseledir ayırmak.
Divan-ı Hikmet denir yazıya geçmiş haline,
Bir münacaat yüz kırk dört hikmeti vardır,
Saymazsak yetmiş üç yeni hikmeti.
Zaman on ikinci yüz yıldır,
Yazarı Şaban Durmuş;
Bir gönül eri.
Akaid,
İslam’ın esaslarını anlatan
Diğer eseri.
-V-
Sanı kalır gider beşer,
Götürürler üçer beşer,
Diyar diyar izin düşer,
Sen ki Pîr-i Türkistan…
Abdal Musa Yunus Emre,
Peşinden yürüyen zümre,
Gönüllerde birer cemre,
Sen ki Pîr-i Türkistan…
Tarikatın Yesevilik,
Etkilenmiş Haydarilik,
Sarı Saltuk Bektaşilik,
Sen ki Pîr-i Türkistan…
Ahi Evren Ede-Balı,
Hünkâr Hacı Bektaş veli,
Hepsi birer seher yeli,
Sen ki Pîr-i Türkistan…
Zaman sınırını aşan,
Nice gönülde dolaşan,
Türkistan’la kucaklaşan,
Sen ki Pîr-i Türkistan…
Osman Öcal
-
Yunus Emre (GÜLCE-BAHÇE)
-I-
Yunus diye görünen,
Ete kemiğe bürünen.
Tasavvufun ve hoş görünün piri,
Sultanların sultanı.
Türk halk şiirinde
Heceye, aruza ve divana iz düşüren
Şaire öncü ozan.
Deryalara sığmayan Koca Yunus.
İlden ile dilden dile
Gönülden gönle yüzyılları aşıp gelen
Derviş Yunus.
İster misiniz kendi dilinden,
Kendi anlatımından tanıyalım O’nu.
Özüm ile bil eyledim,
Halk dilini bal eyledim,
Gelip gitmez cemre ile
Dikenleri gül eyledim.
Gönüllerde açan benim,
Kanatlanıp uçan benim,
Adımızdır Yunus Emre
Hak şarabı içen benim.
Nefisten önce gidenim,
Toprağa girmiş bedenim,
Seksen iki yıllık ömre
Âlemi sığdıran benim.
Türkmen ola köyüm ilim,
Bu dünyaya geliş yılım,
Bin iki yüz otuz sekiz
Rivayetçe söyler dilim.
Garip derviş bu abdala,
Malum olmuş ise kula,
Yıl bin üç yüz yirmide
Hak üzere bindim sala,
Ha Sarı köy ha Karaman,
Geliş yönümüz Horasan,
Doğum, ölüm tarihimiz
Önemli mi yer ve zaman.
Ben bildiğimi yazarım,
Değmedi kula nazarım,
Gönüllerin sultanıyım
On yerdedir bir mezarım.
Âleme ayan durumum,
Vahdet-i vücut yorumum,
Tanrı’nın özüne varmak
Işığı sönmeyen bir mum.
Söylenceler bana yakın,
Velâyetname’ye bakın,
Anadolu köylüsüyüm
Yabana atmayın sakın.
Zaman on üçüncü yüzyıl;
Savaşlar, işgaller, yağmalar, ağır vergiler,
Can ve mal kaygısı, kıtlık, kargaşa…
Anadolu’da çöküntü dönemi.
Ve Moğol akınları sebebiyle
Horasandan akın akın Anadolu’ya gelen erenler;
Maneviyat erlerinin can veren sesi,
Ve tasavvufun filiz filiz yükselmesi…
Bir yıl kıtlık olunca fakir düştüm iyice,
Heybeme alıç alıp vardım Hacı Bektaş’a.
Eşiğine yüz sürdüm koydu beni misafir,
Boşa koydu almadı buğday diye direndim.
Keramet ve inayet O’nda idi bildiğim,
Daha ısrarcı oldu dinlemedim sözünü.
Aldığım buğday ile geri teptim himmeti,
Aklım geldi başıma döndüm geri dergâha.
Bırakıp buğdayını dedim isterim nefes,
Nasibin O’na geçti Taptuk Emre’de kilit,
Büyük pir büyük veli beni özümden yakıp,
Git istersen sen O’na diye gösterdi yolu.
Söylenceye devam dilden,
Dere tepe aşıp belden,
Yunus’u Yunus yapacak
Taptuk’a erdim gönülden.
Her
Derviş
Bir görev
Üstlenmişti,
Kırk yıl süreyle
Doğru olanından
Ben de odun taşıdım,
Üşenmeden yorulmadan
Her gün Bektaşi tekkesine.
Mürşidim olmuştu Taptuk Emre,
Pişerek, hoş görüyle dolup taştım.
En güzel teslimiyet örneği vererek,
Görev aşkıyla yanıp memleketler dolaştım;
Ve Azerbaycan yurdundan Şam’a kadar ulaştım.
Sohbetim oldu Mevlana ile.
Dedim ki:
Mesnevi’yi
Uzun yazmışsın
Ben olsaydım eğer
Şu söze sığdırırdım:
‘Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm’
-II-
‘Bu dünya bir gelindir, yeşil kızıl donanmış
Kişi yeni geline bakıbanı doyamaz’
Bu denli dünyaya bağlı iken,
Mecazi aşktan gerçek aşka eriştim.
Ve dedim ki:
‘Canlar canını buldum, bu canım yağma olsun
Assı ziyandan geçtim dükkânım yağma olsun! ’
Sözden öze, ayrılıktan vuslata, şeriatten hakikate,
Kulluktan sultanlığa ulaştım.
‘Taptuğun tapusuna
Kul olduk kapısına
Yunus miskin çiğ idik
Piştik elhamdülillah’
‘Benem ol aşk bahrisi denizler hayran bana
Derya benim katremdir zerreler umman bana’
Diyerek;
Renkten renge boyandım:
Kâh Âdem’le Cennet’ten kovuldum,
Kâh Nuh’un gemisine bindim.
Miraca çıktım kimi zaman...
Ateşte İbrahim oldum, İbrahim’e de ateş,
Mansur’la asıldım, ama ona urgan olan da kendim oldum...
Bazıları okuryazar olmadığımı söylese de;
‘Dört kitabın mânâsın okudum hâsıl ettim
Aşka gelince gördüm, bir uzun hece imiş’ dedim.
Gerçeğe, Tanrı’ya, evrensele,
Her şeyin özüne varmak için;
‘Şeriat-tarikat-marifet-hakikat’ ile
Tasavvuf felsefem ve görüşlerimle
Ben kendime yakın durdum.
Hamuru pak yoğurduk
Sizi siz eden olduk
Anadolu Türkçesini Karacaoğlanlara,
Pir Sultan Abdallara ve Âşık Veysellere
Varıp devreden olduk.
Ve dedik ki:
.’Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaratılanı hoş gördük
Yaradan’dan ötürü’
Bakın bir söylence daha:
Molla Kasım diye biri vardı.
O’na şiirlerimi yazılı olarak götürdüler;
Başladı okumaya.
Her okuduğunu yaktı dine, şeriata aykırı diye.
Binlercesini yaktıktan sonra suya atmaya başladı;
Yaktı suya attı, yaktı suya attı,
Attı attı attı...
Derken:
‘Yunus Emre bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.’
Bunu görür görmez titreyip tövbeye geldi.
Yakmadığı suya atmadığı şiirleri bir hazine gibi sakladı.
İşte bunun için, binlercesini göklerde melekler,
Binlercesini denizlerdeki balıklar,
Kalan binlercesini de insanlar söyler dururlar.
Ve sahte dervişlere şunu dedim:
‘Dervişlik olaydı tac ile hırka
Biz de alırdık otuza kırka’
Kimi aruz kimi hece şiirlerimden oluşan,
‘Divan’ adlı bir eser var sevenlerimle buluşan.
Mesnevi tarzında,
Beş yüz yetmiş üç beyitten teşekkül eden
Bin üç yüz yedide yazılmış
Bir de‘Risaletü'n – Nushiyye’ öğütler kitabım var.
Yunus Emre dışında,
Yûnus, Yunus Dedem, Miskin Yunus,
Âşık Yunus, Bî-çare Yunus, Tapduk Yunus,
Koca Yunus, Derviş Yunus
Mahlaslarını kullandım şiir şiir gönül gönül.
-III-
Değil isem okuryazar,
Mısra mısra bakın bana,
Ayet hadis dini ilim
Bilin benden yakın bana.
Bulunmaz bizlerde vehim,
Aruz hece aldı sehim,
Arapça Farsça da yazdım
Halk dili Türkçe tercihim.
Mevlana’nın çağdaşıyım,
İnsanlığın yol başıyım,
Ilgıt ılgıt çağlarım ben
Dertlilerin gözyaşıyım.
Hak Tanrı’nın aşığıyım,
Dost yolunun eşiğiyim,
Kaynaşmışım ben benimle
Geleceğin ışığıyım.
İşte benim görüşüm;
Tasavvuf anlayışım, inanç sistemim:
Yaşayışım sistemim Kuran’da öze gitmek;
Beni ben kılan Hak’ka aşk ile gönül verip,
Tek bildiğim gerçeğin sırlarını keşfetmek.
İlmin adı tasavvuf Vahdet-i Vücud olup;
Zatından sıfat sıfat tüm evreni doldurup,
Bilinen bilinmeyen tecellisine yetmek.
Tek varlık olan Allah, önsüz ve sonsuz görüp,
Eşi ve benzeri yok, zıddı yok bunu bilip,
Âlemlerde oluşu her ismiyle fark etmek.
‘Baştan ayağa değin, Haktır ki seni tutmuş
Haktan ayrı ne vardır, Kalma guman içinde
Âdem yaratılmadan can kalıba girmeden
Şeytan lanet olmadan arş idi seyran bana’
Bilinmekliği bildirdi İlahi kudret ile
Ve ilk tecelli ilk cevher ilk hakikat Muhammed
‘Yaratıldı Mustafa, yüzü gül gönlü safa
Ol kıldı bize vefa, ondandır ihsan bana
Şeriat ehli ırak eremez bu menzile
Ben kuşdili bilirim, söyler Süleyman bana’
Sonra aşikâr kıldı Misal Hayal Âlemi,
Toprak dağlar ağaçlar en sonunda Âdemi.
‘Mani evine daldık, vücuda seyran kıldık
İki cihan seyrini, cümle vücudda bulduk
Yedi gök yedi yeri, dağları denizleri
Cenneti cehennemi, cümle vücudda bulduk
Tevrat ile İncil’i, Furkan ile Zebur’u
Bunlardan beyanı cümle vücudda bulduk
Yunus’un sözleri hak, cümlemiz dedik saddak
Kanda istersen anda Hak, cümle vücudda bulduk’
Ve dedik ki:
‘On sekiz bin âlemin cümlesi Bir içinde
Kimse yok Bir’den ayruk, söylenir Bir içinde
Cümle Bir onu Birler, cümle ona giderler
Cümle dil onu söyler, her Bir tebdil içinde’
Özümüzde olan Hak’tır,
Canlıya değişim haktır,
Varlık yokluk bize göre
Gerçekte bir ölüm yoktur.
Tüm evrenler insan için,
Farklı yapı farklı biçim,
Âdem’den önce ne oldu
Sorguladım niye niçin.
İnsanı kâmil olmaya,
Bulup da öyle kalmaya,
Böylece yöneldim cana
Arandım Hak’kı bulmaya.
Benliğinden kim sakındı,
Şah damarımdan yakındı,
Allah’a ulaşmak için
Bu can kendine bakındı.
Dostun sevdasıyla soldum,
An geldi ben beni buldum,
Korkularımdan kurtulup
O’nu görüp mesut oldum.
Gizli olan Allah değil,
İnsanoğlu ilah değil,
Yaradan’ı bende gördüm
Bunu demek günah değil.
Âlemle kaynaşıp bittim,
Hak’kı müşahede ettim,
Evrendeki asıl aşkla
Her şeyin özüne gittim.
-IV-
Bir can olsam düşün ile buluşan,
Alır aklım âlemlere doluşan,
Maşukuna erişmeye çalışan,
Çileli bülbül olurum.
İkilemler düğümüne ulansam,
Çöze çöze encamına bulansam,
Varlık ile deryalarda dolansam,
Her gönülde gül olurum.
Selam olsun selam alıp salana,
Der Vuslatî artı olsak kalana,
Bulduğumu vermek için alana,
Yunus dilli tel olurum.
Osman Öcal
-
Âşık Paşa (GÜLCE- BAHÇE)
-I-
‘Türk diline kimesne bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
Türk dahi bilmez idi bu dilleri
İnce yolu ol ulu menzilleri’
Türbe duvarından, bu bir kitabe,
Uygundur gerçeğe uygun edebe.
Hem meram anlatır hem dili sade,
Türk gibi düşünüp Türkçe yazmıştır.
Ne suskun bir dildir ne gönlü sırça,
Dost bilen gönülde yaşamış dostça.
Bilse de yazmamış Arapça Farsça,
Türk gibi düşünüp Türkçe yazmıştır.
Halk ile beraber içinde halkın,
Kalmamış beylerle tanırken yakın.
Yedi yüz yıl önce, zamana bakın,
Türk gibi düşünüp Türkçe yazmıştır.
O günün modasıyken
Arap dili Fars dili,
Ünlü şair
Din uluları yetiştiren bir aileden gelirken;
Türkçe dışında bilir iken dört dili,
Türk gibi düşünüp Türkçeyle yazmış.
Aldığı eğitimin doğal sonucu;
Tasavvufun Anadolu’da yayılmasında
Etkin rol alıp,
Gizemci bir ozan olmuş.
-II-
Zamanın
Önemli kültür merkezlerinden biridir Kırşehir.
Horasan erenlerine yurtluk eder, yoldaşlık eder.
Asıl adı Alâeddin Ali olan Âşık Paşa burada;
Arapkir yöresinde doğar.
Yıl bin iki yüz yetmiş iki.
Babası
Baba İlyas’ın oğlu Muhlis Paşa’dır.
Âşık adını Hak âşığı olmasından,
Paşa adını en büyük oğul olmasından
Büyüklüğü, ululuğu gösteren,
Saygı sevgi nişanesi olarak
Aldığı söylenir.
Moğol baskınları ve Türk’e zulmü,
Zulmün yanında idari kargaşa iç çekişme…
Çekişmeler güvensizlik, yönetimde zayıflık,
Zayıf düşmüş Anadolu.
Anadolu yetim, Türkmen yurdu öksüz;
Öksüz kalır küçük Ali babasının ölümüyle.
Ölürken vasiyet etmiştir Şeyh Osman’a
Şeyh Osman hem Ali’yi yetiştirecek hem kızını verecek.
Önce Şeyh Osman’da özünü buldu,
Süleyman Türkmâni hocası oldu.
Zahirî Bâtıni ilimle doldu,
Ne öğrendi ise kâr Âşık Paşa.
Arapçayla Farsça öğrendi erken,
Ermeni dilini konuştu derken.
İbranice bildi ilmi sürerken,
Yine de Türkçeye yâr Âşık Paşa.
Söylem tarzı Yunus olur seçimde,
Halkın arasında belli biçimde,
Hem siyaset hem ahilik içinde,
Ararsak görürüz var Âşık Paşa.
Hızır dahi gelip gönlünü bürür,
Böylece ledünni ilmini görür.
Bu bilgiyi oğul Elvan’ı verir,
Yanıp da sönmeyen kor Âşık Paşa.
Halk için yaşadı halk idi derdi,
Zaviye açarak ilmini verdi.
Üç sultanla iki padişah gördü,
Seni anlatması zor Âşık Paşa.
Bir
Ozan
Bir şair,
Mutasavvıf
Bir gönül ehli,
Bir sûfî cevahir.
O bir kara sevdalı,
Kendi benliğine bağlı.
-III-
Hocası
Osman’ın kızı
Hacı Hatun oldu eş,
Elvan, Selman, Can ve Kırlıca
Kızı Melek Hatun dört erkek kardeş,
Âşık Paşa ufkunda Hak’tan doğan güneş.
Tanır yarayı,
Türklük bilinci sarar
Âşık Paşa’yı.
Türk’te Tanrı sevgisi,
Yurda sevdayı
Yazdığı kalemidir
Ok ile yayı
Dostluk ile kardeşlik.
Ve yeterince
Tasavvufî anlatım,
Doğru düşünce
Kılavuzdur Türkmen’e
Yol gider ince
Söğüt’teki törene.
Kurulurken, bir sesi olunmuş Osmanlının,
Ahi yurdu bilgesi bulunmuş Osmanlının,
Kırşehir’de nefesi solunmuş gayretiyle.
Genişler açı,
Kırşehir’e Bey olur
Mısıra elçi
Devrinin bilginidir.
Haklıdır gerçi
Bir devlet için dilin,
Askeri gücün;
Hükümdarda asalet,
Sonra cömertlik,
Cesaret ve adalet
Zorunluluktur.
Anlatır önemini
Aksi dalâlet
Kaygan olur zemini.
Türk kültüründe gezinir devir devir;
Orhun Abideleri’ne, Kutadgu Bilig’e,
Dede Korkut’a, Mesnevi’ye Yunus’a gider.
Bazı sözleriyle Süleyman Çelebi’yi etkiler
Ve Mevlidin temelini oluşturur.
Leyla ile Mecnun’u yazar,
Aşk içinde, gül olur bülbül olur.
Ozanlık var hem de mertlik,
Cımbızladım birkaç dörtlük.
Her birisi farklı şiir,
Kimisi gül kim ibretlik.
‘A bülbülüm garip garip
Ötme beni ağlatırsın
Varıp yâdlar arasında
Yatma beni ağlatırsın’
‘Acı dirliğim isteyen
Tatlı dirilsin dünyada
Kim ölümüm ister ise
Bin yıl ömür olsun ona’
‘Miskin Âşık bilmez n’ider
Evliya gayretin güder
Subha değin tespih eder
Diller gibi inilerim’
‘Ata ana avrat oğlan kız gelin
Kamusınun sen yisen gerek gamın
Ataya vü anaya hürmet gerek
Avrata vü oğlana nimet gerek’
-IV-
Bir gece ayrılıp dünyadan göçü,
Benzer hazandaki düşen yaprağa.
Bin üç yüz otuz üç Kasımın üçü,
Topraktan gelmişti döner toprağa.
Kırşehir’e defnedilir,
Gönlümüzde padişah.
Mezarını aynı yıl türbe yapar,
Sivas Hükümdarı
Eratna Bey’in veziri Ali Şah.
-V-
En önemli eseri Garib-nâme kitabı,
Türkçe ile yazılmış halka doğru hitabı.
Bin altı yüz on üçtür kitaptaki beyit-i,
Sayı farklı dense de şair yapar teyidi.
Aruz ile yazılmış on bölümlük mesnevi,
Farsça mensur dibace önsözüdür bir nevi.
Tevhitler ve münâcât Peygambere sevgisi,
İlk bölümde yer alır Muhammed’e övgüsü.
Sonra farklı konular her biri dolu kıssa,
Manasını kavrayıp alana altın hisse.
Çok büyük hayal gücü gittikçe genişleyen,
İlmi titizlik, nizam, intizamı işleyen.
Âlemdeki ibretler gönlündeki varları,
Kılı kırk yarar gibi Hakk’a varış sırları.
Birer birer dökülmüş bu muhteşem esere,
Çekilmeli ebedî bayrak gibi göndere.
Bunun yanında;
Fakr-nâme, Vasf-ı Hâl,
Hikâye,Kimya Risâlesi,
Dâsitân-ı Mâzî ve Müstakbel ü Hâl,
Dâsitân-ı Su’âl-i Acîb ü Garîb,
Dâsitân-ı Hammâl,
Dâsitân-ı Seyyid ve Şeyh ü Müftî,
Her birisi tek destan
Risâle fi Beyâni’s-Sema, Risâle-i Âşık Paşa
Okuyana gülistan.
Bazen aruz yazar bazen de hece,
Bazen Âşık Paşa, Âşık’tır bazen,
Bazen Muhlisoğlu Âşık mahlası,
O’dur dilimizi imbikten süzen.
-VI-
Bir mutasavvıftır Âşık Paşa,
Açtığı bahsin
Hem dünyevi hem uhrevi yönüne bakar.
Şiir şiir işler, her olanın farkında,
Azıcık dolaşıp Garib-nâme’de
Kısa bir tur yapsak Ata ana hakkında.
‘Hiç gümansuz dost-durur bunlar sana
Ne emek dartar senünçün görsene
Rahat olmaz senden ötrü gündüzün
Kul karavaş eylemişdür kendüzin
Hem senünçün terk ider uyhusını
Uyımaz dün-le uyısun dip seni
Senden ötri ıssı sovuk yir bular
Yani sini hoş dirilsün dir bular
Ger halal u ger haram kim cem ider
Kamusını sana ısmarlar gider’
Dost dost diye girmiş türlü detaya,
Kendini bilmeyen düşer hataya.
Hürmet gerek oğul ana ataya,
Seni senden daha fazla düşünür.
‘Dün ü gün şoldur sana himmetleri
Kim bilesin sen kamu nimetleri
Her neye kim sunsan eltin irişe
Mala mülke nimete her bir işe
İstemez bunlar ki sen aç ölesin
Yahud uşbu halka muhtaç olasın
İlla isterler senün begligüni
Halk içinde kamudan yigligüni
Ata ana himmeti şoldur bize
Hiç yavuzlık istemez oğla kıza
İlla ister kim oğul kız ulala
Gün göre vü mal dire vü mülk ala’
Dost odur ki gamı basar döşüne,
Yerleşen sen hayaline düşüne.
Senin için canı takar dişine,
Seni senden daha fazla düşünür.
‘Kimsene kim artduğun ister senün
Anı dost bilgil degüldür düşmenün
Kimsene kim himmeti şoldur sana
Sen dahı anı sana dost bilsene
Kendü her dem meşgul olur meksebe
Ta ki sen her dem varasın mektebe
Öğrenesin anda Tanrı ilmini
Hem dutasın dünyayı vü hem dini
Halk işinde uşbu dostlık kimde var
Dostın oldur kim bu dostlık anda var’
Töreli ol ilim irfan akıver,
Düştüğünde gönül alıp bakıver.
Söndüğünde ocağını yakıver,
Seni senden daha fazla düşünür.
Osman Öcal
-
Hacı Bayram-ı Veli (GÜLCE-BULUŞMA)
-I-
Birlik için dirlik için
Politik güç askeri güç,
Elzem olur düzen için.
Ya tasavvuf; silahı ne askeri kaç
Ta sınırlar ötesine,
İklim iklim köşe bucak
Hükmetmiştir gönül gönül ocak ocak.
Anadolu’da,
Türk birliğine yönelik
Etkili bir rol oynar,
Asrının sufilerinden, Türkçe şiirler söyler;
Her mısraı seher yeli,
Önemli bir şahsiyet Hacı Bayram-ı Veli.
Bin üç yüz elli iki en kuvvetli ihtimal,
Doğum yeri bellidir cahil kul şerre hamal.
Türkleri düşman bilen aşevinden beslenmiş,
Bizans’ın toy kralı Manuel, ‘Persli’ demiş.
Türk’ün şehirlisini acem diye tuttursan,
Altın yine altındır bakır suyu yuttursan.
Ankara Solfasollu O bir Türkmen bir Oğuz,
Hakk’a yürüyüş yılı bin dört yüz yirmi dokuz.
Asıl adı Numan’dır Hacı Bayram Veli’nin,
Her bir mısra şahidi konuştuğu dilinin.
Koyunlucalı Ahmet; çiftçi olur babası,
Kitabe bir işaret Fatma Hatun anası.
Abdal Murad ve Safiyüddin
İki erkek kardeşi,
Kendisinin de üç kız, beş erkek çocuğu vardır.
Kızlarından sadece Hayrunisa bilinir
Eşrefoğlu Rumi’nin eşi.
Oğulları Şeyh Ahmet Baba, Ethem Baba,
Baba Sultan, İbrahim ve Ali’dir.
Türbesi Ankara’da Hacı Bayram Camii yanında;
Asırlara mıhlı taç,
On sekizinci göbekten torunudur Vehbi Koç.
-II-
İlim üstüne ilim
Koymadan olunmaz âlim.
Gençliğinde;
Tefsir, Fıkıh, Hadis, Matematik,
Felsefe, Arapça, Farsça, Edebiyat
Okumuş bin bir ilim.
Ve Karamedrese’de müderrislik ilk işi,
Ününe elçi olur Kayseri’den bir kişi.
Davete uymak için hocalığı bırakır,
Şeyh Somuncu Baba’dan Bayram adını alır.
Akabinde Bursa’da diyalogu sürünce,
Tasavvufa yönelir ışık nedir görünce.
Zahiri ve batinî ilmini geliştirip,
Hacca gidip gelir Hocasıyla birlikte.
Halveti Şeyhi Hamidüddin kocamıştır artık;
Hacı Bayram Veli’yi halife tayin edip,
Bir müddet sonra ölür.
Bozkırın berrak pınarı
Artık Aksaray’da kalamazdı.
Defin işi bitince Ankara'ya yol düşer,
İrşadına koşanlar toplanır üçer beşer.
Her biri şifa bulur halkasına katılan,
Sanata, ziraata sevk olunur tutulan.
Kimler gelmez ki
Açtığı ilim irfan ocağına:
Devrin meşhur âlimleri Hak âşıkları
Damadı Eşrefoğlu Rumi, Şeyh Akbıyık,
Bıçakçı Ömer Sekini, Göynüklü Uzun Selahaddin,
Edirne ve Bursa ziyaretlerinde talebeliğe kabul ettiği
Ahmet (Bican) ve Mehmed (Bican) kardeşler,
Fatih Sultan Mehmed Hanın hocası Akşemseddin…
Anadolu’yu ışıtan kalp ile gönül eri,
Sosyal kargaşaların çözümünün neferi.
Birliğe talip olur çalışıp gündüz gece,
Üretim ve dağıtım tekkesinde imece.
Tarladaki ekinin eken çiftçinin piri,
Büyüdükçe büyüyen her lokma alın teri.
Önce müderris idi sonra gelir velilik,
İzlediği yol ince tarikat Bayramilik.
Tanrı temel varlıktır kaplar bütün evreni,
Tektir önsüz ve sonsuz ölümsüz ilmi fenni.
İnsan kendin bilmeli içini parlatmalı,
İçindeki huzuru ve düzeni tartmalı.
Önce Yaradan’ı ve her varlığı anmalı,
Vatana ve millete ta candan adanmalı.
Hacı Bektaşi Veli Yunus’un sufi dili,
Taşar Anadolu’yu Hacı Bayram-ı Veli.
Her yörenin gammazı her toplumun gafili,
Bulunur her devirde hasediyle sefili.
Söz uçar padişaha büyük ceza düşlenir,
Şeriata aykırı düşündüğü fişlenir.
Sakıncalı bulunup çağrılır Edirne’ye,
Tasavvufi çizgisi sorulur nedir diye.
Anlar İkinci Murat O arınmış bir yürek,
Müritleri vergiden muaf tutması gerek.
İstanbul’un fethini
Fatih’le müjde verip
Durmaz,
Bir ay sonra tekrar yurduna döner.
Oturup tekkesine
Göreve devam eder.
Anadolu bağrında müstesna bir şahsiyet,
İlim irfan kültüre ışığı bir kutsiyet.
Devlet millet ve insan her varlığın kıymeti,
Bilmek bulmak ve olmak var oluşun özeti.
Her şiirde derinlik her şiirde felsefe,
Manaya önem veren kulak kesilir sese.
Bilim ile tasavvuf, çizgisinde birleşir,
Anadolu Türk halkı güveniyle özleşir.
Tasavvufun önderi zamanının zahidi,
Olgunluğun doruğu hakikatin abidi.
Yunus’un etkisi var tarzı ile vezinde,
Aynı nefesi solur gider onun izinde.
Ne Arapça ne Farsça anadil O’nun varı,
Ekolün sürmesinde Türkçemiz yapmış kârı.
-III-
Yazmak yerine
Genelde vaaz ile hitap eder.
Lemat-i Kudsi’si
Konya’mızda, yeni bulunan eser.
Hece ve aruz ile yazılmış
Tasavvuf düşüncesindeki şiirlerinde
'Bayrami' mahlasını kullanır.
‘N’oldu bu gönlüm, n’oldu bu gönlüm,
Derd ü gamınla doldu bu gönlüm.
Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm,
Yanmada derman buldu bu gönlüm.’
O âlem-i ervah’tan geldiği günden beri,
Dertlenip hasret ile dolup yanan bir gönül.
Sevginin alâmeti fedakârlık değil mi?
Aşk-ı sevdası ile solup yanan bir gönül.
‘Gerçi ki yandı gerçeğe yandı,
Rengine aşkın cümle boyandı.
Kendinde buldu kendinde buldu,
Matlabını hoş buldu bu gönlüm.’
Her ne kadar yansa da bu yanış boşa değil,
Gerçekte derinliğe dalıp yanan bir gönül.
Aşk ile dolan insan Allah’ı kalbinde bulur,
Vuslatın adresini bilip yanan bir gönül.
‘El fakru fahri el fakru fahri,
Demedi mi âlemlerin fahrı.
Fakrını zikret fakrını zikret,
Fakru fenada buldu bu gönlüm.’
Allah zengin kul fakir kul Rabbine muhtaçtır,
Ulaşmanın yolunu bulup yanan bir gönül.
Bilinçlenmiş şuurla nefsi olgunlaştıran,
Anıp, Allah’ta fani olup yanan bir gönül.
‘Sevâd-ı âzâm sevâd-ı âzâm,
Bana k’olupdur arş-ı muazzâm.
Mesken-i canân mesken-i canân,
Olsa acep mi şimdi bu gönlüm.’
Yüreği geniş olan arşı çeker aşağı,
Kâinatı içine alıp yanan bir gönül.
Allah’ın ahlâkıyla nasiplenmiş bir kişi,
Kalbini O’nun evi kılıp yanan bir gönül.
‘Bayrami imdi bayrami imdi,
Bayram ederler yâr ile şimdi.
Hamd’ü senâlar Hamdü senalar,
Yâr ile Bayram kıldı bu gönlüm.’
Tasavvufi tecrübe vuslat makamı demek,
Kalbiyle kapısını çalıp yanan bir gönül.
Yanarak bayram eder şükür ve övgü ile
Bu makama erişip kalıp yanan bir gönül.
O’nun işi
Gönül iledir.
Yeri, beden ile ruh arasında;
Şiirlerinde çok açık ifadedir.
‘Çalabım bir şâr yaratmış
İki cihan aresinde
Bakıcak Didâr görünür
Ol şehrin kenaresinde’
‘Nâgihân ol şâra vardım
Ol şarı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım
Taş u toprak arasında’
‘Şâkirtleri taş yonarlar
Varıp üstâda sunarlar
Çalâb'ın adın anarlar
Ol taşın her paresinde’
‘Ol şârdan oklar atılır
Gelip ciğere batılır
Arifler sözü satılır
Ol şehrin bazaresinde’
‘Şehir dediğin gönüldür
Ne cahildir ne kâmildir
Âşıklar canı sebildir
Ol şehrin kenâresinde’
‘Bu sözüm arifler anlar
Cahiller bilmeyip tanlar
Hacı Bayram kendin anlar
Ol şehrin minaresinde’
Ey hakikat aşığı! Vuslata ermek için,
Nefsin ıslahı mecbur ‘Sen seni bil sen seni.’
Kalbin tasfiyesiyle yanıp pişmek gerekir,
Hakiki irfan budur ‘Sen seni bil sen seni.’
Osman Öcal
-
Eşrefoğlu Rûmî (GÜLCE –BAHÇE)
Tanış olduk aşk ile
Bağrımız taşa geldi.
Gönül huşa gelince,
Bendini aşa geldi.
Mutlak menzilin özü,
Aşkın gizemli yüzü.
Bu sevdanın cefası,
Ağrıyan başa geldi.
Bulanık anı sildim,
Aslını canan bildim.
Aklımı baştan alan,
Ömrüme düşe geldi.
Ha kulu oldum ha ram,
On’suz yaşamak haram.
Bundan gayri divane,
Her anım şaşa geldi.
Közünde yanar oldum,
Göz ile pınar oldum.
Nabız oldu her damar,
Kanda dolaşa geldi.
Bu durumda bu yaşta,
Tutuştuğum savaşta,
Canan ile can olduk,
Nefsimiz tuşa geldi.
‘‘Eşrefoğlu Rumi'nin
Varlığı hepsi senin
Her ne kim senden geldi
Canıma hoşa geldi’’
Asıl adı Abdullah, Eşrefzâde izafî,
Doğum yerinden ötrü İznikî de denilen,
Bir de Eşrefi Rûmî şöhretinden söylenen;
Her eser bir işaret, der Eşrefoğlu Rûmî.
Mutasavvıf şairi İznik’ten doğan güneş,
Gönlü erenlere eş dalga dalga yayılmış.
Belli Yunus sayılmış bir Eşrefoğlu Rûmî.
Deryalardan nasipli Hâk kuşağı kuşanmış,
Nefsinden tam boşanmış inmiş susuz çöllere.
Güfte olmuş dillere bir Eşrefoğlu Rûmî.
‘‘Ey dervişim diyen kişi gayre gönül verme sakın
Canını aşk odu sanıp nefs oduna urma sakın
Aşkın odu âşıkların canın yakar ol dost için
At bu canı aşk oduna iki sanıp durma sakın’’
Mana uyak kaide,
İlahi tarzında bilinen,
Şiirinde bol bestesi bulunan
Mutasavvıflardan önde gelen bir şair.
Babası, çevrede Ahmet Eşref diye anılır,
Fazla tanınmayan biri, hüküm veren yanılır.
Önce Manisa’ya sonra gelmiş İznik’e,
Cahil saymamalı, tutsak muteber
Eğitime açık, öyle der:
Taraf olan menkıbe.
Doğum yılı belirsiz gaipten gelmiş gibi,
Karanlık kalan zaman tarihçinin zulümü.
Yaş yüz yirmi, yer İznik, verilmiştir ölümü
Bin dört yüz altmış dokuz tanıyıp bilmiş gibi.
İznikli dahi olsa bilinmiyor annesi,
Bu toprakla yâr olmuş bir ulu sevgilisi.
Ne Arapça ne Farsça O bir Türkçe delisi,
Anadolu halkından kültürü ananesi.
Nere olursa olsun babasının vatanı,
İster Anadolu’dur ister Mısır biline;
Yesevi geleneği hâkim olmuş diline.
Verdiği eserlerle öz Türkçenin sultanı.
Türkçede, doğudan batıya geçişin hızı,
Öneminden, dilde bozulum diye adlanır;
Öyle bir Türkçeci ki kartalca kanatlanır,
Sanatında şah olur Karahanlı dil izi.
‘‘Hakîkat bahrine taldum ma’rifet gevherin buldum
Tarîkatda satam alam ser’ ile bâzâr eyleyem’’
‘‘Tuymasun bu cân gönül ben dosta pinhân giderem
Akl u cân bîgânedür bî-dil ü bî-cân giderem’’
‘‘Gel bu aşk bâzârına gir yoğa sat hep varunı
Gel berci külli hevesden gönlüni boş eylegil’’
Tasavvufun yanında zorlu bir dava güder,
Müzekki’n-Nüfûs adlı eserinde şöyle der:
‘‘…Ben dahi bunların arasında uzlet idüp çıkdum
Ve kendümü gurbete bırakdum
Ve bu gurbet içinde
Nice nice nükteler avam dilinden işitdüm
Ve nice nice tas tas ağular nâdân elinden nûş itdüm
Ve nice kerreler şefkat gözi ile
Bu hâlleri tutan karındaşlara nazar eyledüm.
Bunların necâtlarına sebeb ola diyüp
Bu kitabı sırf Türkî dilinde cem eyledüm ki,
Ol kitabın fâidesi… ola.’’
‘‘Ey âşıklar ey sadıklar ey esrükler ey ayıklar
Kayurmaz can u başından girenler işbu meydane’’
İnsan ruhunu yükseltirken,
Benliğindeki manevi kuvvet kaynağını açıklar.
Hayatın ve kâinatın sırlarını anlatır
Şeriata uygun eserler verirken.
Birçok mutasavvıf gibi
Şathîye türünde eserleri de vardır.
Savaşa tutuşur nefis ile kibir ile
‘Hakk ile hâk’ olur tasavvufî tâbirle.
‘‘Çürümüş tenlere bir dem eğer dirsem bi iznî kum
Yalın âyâg u baş açık dururlar cümlesi üryân
Benim Mansur'u dar iden benim ağyârı yâr iden
Benim her varı var iden benim hem giden hem duran
Zamansız bi zamanım ben nişansız bi nişânım ben
Dü âlemde hemânım ben benim görünen hem gören
Sanurlar Eşrefoğlu'yam ne Rûmî'yem ne İznîkıy
Benem ol dâim'ül-Bâkıy göründüm sûretâ insân’’
İlk tahsili İznik’tedir,
İznik’ten Bursa Çelebi Sultan medresesine geçer.
Geç olmadan fıkıh üstadı “Kara Hoca” namıyla tanılan,
Tanınmış Afyon Karahisarlı Alâeddin Ali’ye asistan olur.
Olur, olur da Tasavvuf merakı sarar, mürşit arar.
Aranırken Abdal Mehmet adında bir meczubla tanışır.
Tanışıp kaynaşınca, bir olaydan ötürü, meczup Eşrefi’ye:
‘Eşrefi Rûmî ya sen olmayıp da kim olsa gerek’ der.
Demesiyle zahiri ilimden tasavvuf yoluna girmesine,
Girip batınî ilimleri öğrenmesine vesile olur o an.
O anda Yıldırım Beyazıt’ın damadı Bursa’dadır,
Bursa’da kalıp Emir Sultan’ın irşat halkasına katılmak ister.
İster istemesine de Emir Sultan O’nu Ankara’ya,
Ankara’nın büyük velisi Hacı Bayramı Veli’ye gönderir.
Ankara’ya varıp erişti düşe,
Nefs terbiyesiyle başladı işe,
Benlik ve gururu attı ateşe,
Doğmamak üzere yanası diye.
On bir yıl süreyle ilmini derdi,
Mürşidi Bayramî kızını verdi.
Hayrünnisa ile seyran ederdi,
Kızı Züleyha’nın anası diye.
Bir ara İznik’e gidip dönerek,
İlmini yetersiz, azca görerek,
Dedi ki:’Sultanım fazlası gerek,’
Kalp seyr-i ilallaha kanası diye.
Hacı Bayramı Veli Eşrefoğlu’nu
Hama’ya, Hüseyin Hamevi’ye gönderir.
Kısa bir süre sonra İznik’e döner,
Dağlara verir kendini, tek başına;
Hoşlanmaz kalabalıktan şöhretten şandan.
Silik bir hayat yaşar insanlardan uzak,
Doğmaz İznik üstüne göstermez ışığını,
Ta ki,
Hama’dan durumunu bilen bir kişi gelene kadar.
Anlatılan menkıbeleri dinleyince,
İznik halkı toplanır çevresine,
Işığında ısınmaya başlarken
İlk müridi Pınarbaşı’na bir tekke yapar,
Eşrefoğlu adına.
Zamanla irşat halkası genişler ünü varır saraya;
Sadrazam Mahmut müritleri arasında,
Katılır halkasına.
Dalga olur yayılır ışık ışık, uçmağa varana dek.
Dördüncü Murat tarafından onarılan türbesi
Yıkılır Yunan işgali sırasında.
Bir
Hayat
Bin nefes
Nefse kilit,
Her biri güneş
Bin bir esere eş.
Divan adlı eserinde:
Din ve tasavvuf temasını işler mısra mısra şiir şiir,
Bazen hece bazen aruz kullanır.
Müzekki’n Nüfûs’ta
Tasavvufun prensip¬lerini verir;
Nefsi terbiye etme ve güzel ah¬lâktır yolu.
Yazma nüshaları: Tarikat nâme
Delailü’n nübüvve, Fütüvvet nâme,
İbret nâme, Mâziret nâme,
Hayret nâme, Elest nâme, Nasihat nâme,
Esrârü’t tâlibîn, Münâcât nâme, Tâc nâme.
Ortalık kızıl derya meydan savaş alanı,
Anlatmaz mı mısralar nefse hâkim olanı.
‘‘Ey dünyayı cem'eden
Sonra koyuban giden
Olmadın sen peşiman
Tevbeye gel tevbeye
Gelenler kamu gitti
Sevdiğini terk itti
Girdiler kabre uryan
Tevbeye gel tevbeye’’
Aşkı cem’dir gönülde,
Okunur hece hece.
Hem yürekte hem dilde,
Dört mevsim gündüz gece.
‘‘Her kim der ise daim
La ilahe illallah
Gönlünde dura kaim
La ilahe illallah
Endişesi Hak ola
Gönlü nur ile dola
Mahşeredek dey'gele
La ilahe illallah’’
Koru yakar kendini
Sevgidir yası,
Ulaşır peygambere
Sevdanın hası.
‘‘Cemi'i enbiyalardan
Muhammed cümlenin şahı
Yüzü nurundan almışalar
Felekler şems ile mahı
Vereydim canımı kurban
Senin yoluna ey Ahmed
Aceb bir kez yüzün görsem
Seher vakti sehergahı’’
İşte can işte yürek,
Güneş gibi yedi renk.
Hepsi kendine özgü,
Onu anlamak gerek.
‘‘Benden bana yakınsın
Canımdan sevgilisin
Ya ben seni isteyü
Kanda varayım canım
Eşrefoğlu Rumi'yi
Aradan tarh ideyin
Senin ile bakayım
Seni göreyim canım’’
Hani nerde falan filan,
Biliriz ki dünya yalan.
Vuslatî der gitti Rûmî,
Anlayana budur kalan.
‘‘Gâh kendüme gelürem gâh yavi kılınuram
Gâh yok ile yok oluram gâh varlıkta bulunuram
Gâh denizlere düşerem mevc urup taşra taşaram
Gâh nadan eline düşerem kem behaya alunuram
Gâh çıkaram bu göklere dönerem çarh ile bile
Gâh ay ile bedr oluram gâh gün ile dolanuram
Gâh nebar olup biterem gâh toprak olup yataram
Gâh et gâh kan sünük olup hep tenlerde çalkanuram
Gâh Arafat'a çıkaram 'lebbeyk' urup baş açaram
Gâh kurban yerine gelüp koç olup boğazlanuram
Gâh hanigahta sofiyem gâh meyhanede fasikem
Gâh raksa girüp dönerem gâh saz olup çalunuram
Gâh onaram gâh azaram bu halk içinde gezerem
Gâh şah olup şahbaz olup şikâr edüp avlanuram
Gâh çevgan elüme alup girerim aşk meydanına
Gâh top olup dost önünde şarktan garba yuvarlanuram
Gâh hassül has oluram gâh Hızır İlyas oluram
Yürürem yaşta kuruda yüklülere bölünürem
Gâh deniz gâh göl oluram gâh Sultan gâh kul oluram
Gâh bahar u gül oluram elden ele yulanuram
Gâh şakird ü gâh üstadem gâh dadsitan u geh Âdem
Gâh Şirin gâh Ferhadem kaya kesüp eğlenürem
Gâh av geh avcı oluram gâh yol geh yolcu oluram
Gâh yürürem gâh araram menzil menzil dinlenürem
Gâh ne menzil var ne makam ve ne vücud var ne a'dem
Hak'tan gayrı yok vesselam ya ben kande dolanuram
Gâh muti' gâh asiyem gâh âlim gâh amiyem
Gâh Eşrefoğlu Rûmî'yem bu dillerde söylenürem’’
Osman Öcal
-
Said Emre (GÜLCE-BULUŞMA)
Varlığı ezeldir her sözü ferman,
O’nadır yolculuk ondadır derman.
O’dur sonsuz olan, ondandır beşer,
Hakiki evliya aşk ile hayran.
O’nun eseridir bütün bir evren,
Üstteki gök kubbe koruyan sayvan.
Hak’tan habersizin ahvali kemdir,
Kim bâki dünyaya hani Süleyman.
Kim vuslata ermiş dünya aşkıyla,
Hani Mecnun, Leyla nerede Lokman.
Gelen gider bir gün azıksız olmaz,
Aslına döner ten can kalır pinhan.
Ömrü besmelesiz geçen ey fani!
Kimdir Yaradan’ın kimdir nigehbân.
‘‘Said sen sözini câhile dime
Ne bilür şekkeri dağdaki hayvan’’
‘‘Eyüdün göyne göyne
Halimüz döne döne
Düşdük ışkın odına
Can gönül yana yana
Varlık içre barışduk
Kadimtiğe karışduk
Kopduk tenden kavuştuk
Said'e cân olana’’
Derken, haksız da değildir hani,
Yaşayan fani;
Kıymetlenmiş kişilik, menkıbeleşmiş bir hayat.
Heyhat!
Hakkında yeterli bilgi bulunmayan sûfi.
On üç ve on dördüncü yüz yılda yaşamış,
Öldüğünde kaç idi yaşı, açıklığa kavuşmamış.
Aksaray doğumlu okumuş aydın,
Bilinen ilk adı Molla Sadettin,
Yazın tarihimiz düşmemiş kaydın.
Asırlara direnen
Yunus gibi bir dehanın çağdaşı en yakın takipçisi;
İlmine sancak,
Hacı Bektaş-ı Veli’nin eserlerinden
Kendi şiirlerinden tanınır ancak.
Vilâyet-nâme der ki: O büyük bir deryadır,
Yüzlerce talebeye zahiri ders verirken,
Zaman zaman dolaşır sohbetlerde bulunur.
Sulucakarahöyük yakınında Tuzköy’de
Hacı Bektaş-ı ile görüşüp tanış olur.
Önce karşıdır ama sonunda yanındadır,
On sekiz yıl süreyle hamken olur ve pişer,
Tasavvufla yoğrulur ilmine eyler çadır.
‘‘Sıdkı birle meydana gelen talibler bugün
Han ü manı terk edüb geçer cümle varundan
Adum Said değülken cümle müşkil halliken
Bir ayet okumuşam Hünkâr'ın esrarundan’’
Yeni Sadettin doğar kapanır eski devir,
Arapçadır Makâlât anlar mı hiç bilmeyen;
Hünkâr der ki bir ara güzel Türkçeye çevir.
Yapılan iş Türkmen’e sanki göbek kordonu,
Gürül gürül bir hizmet tanınmış yapar onu.
Şiirlerinde
Türk dilince söylenmiş
Yunusça bir tarz görür,
Said Emre adını
O’na Hünkârı verir.
Hizmetini alınca Hacı Bektaş-ı Veli,
Salar Said Emre’yi yurt olur İç-il eli.
Vilâyet-nâme der ki:
‘‘Otururken bir gün Molla Said
Dedi Hünkâr anma sözümi işid
Nan baha verdük sana İçil'i
Dem yom oynat var ana dir ol Veli
Kalkuban Molla Said oldı revan
İrişinceğiz ol il içre heman
Eyledi mesken tutup anda karar
Emr-i Hak irince kıldı intizar’’
Işık olur aşk ile sönmeden harı,
Aydınlanır,
Oymak oymak oba oba çadır çadır
Konargöçer Mersin diyarı.
Piri ölene kadar bölgede yanan fener,
Sonra Germiyan’daki Hünkârın halifesi
Türkmen eli ışığı Hacım Sultan’a döner.
Yeni taliplerine yol gösterir nefesi,
Ay gizlenir zifire kıskanıp güneş söner.
Önceleri
Şehitli Türkmenlerinin kışlağı,
Yirminci yüzyılda iskân mahalli,
Daha sonra köy konumuna gelir
Said Emre’yi bağrına beleyen;
Manisa’nın Kula ilçesine bağlı Sarnıç köyü.
Adına, günümüze yetişmeyen bir vakıf, zâviye,
Bugün hala ziyaret edilen mezarı bulunmaktadır.
Ayrıca İç-il’de faaliyet gösterdiğine,
Sevilip sayıldığına işaret
Mersin Mut Hacısait köyünde makâmı vardır,
Gönüllere keramet.
Sevgi olup dalgalanmış Akdeniz’de, Ege’de.
Yeni doğan erkek çocuklarına hâlâ
Said, Emre, Dede, Said Emre, Said Dede,
Kızlara Said Emre’nin annesinin adı
Fadime veya Fadime Ana ismini veren vardır
Manisa yöresinde.
Said Emre’nin dostluk köprüsü,
Hacı Bektaş, Yunus, Hacım Sultan
Güzergâhlarından geçer.
Makâlât ve Vilâyet-nâme yapar teyit,
Yansır şiirlerine mısra mısra beyit beyit.
Türk araştırmacılar;
Said Emre’nin varlığından
Alman Profesör Hellmut Ritter’in cönkündeki
Said mahlaslı şiirler vasıtasıyla haberdar olur.
Geçmişi bilmeyen ayrılır kökten,
Bir beyit verelim Almanca cönkten:
‘‘Yeryüzi etüm tenüm akar sulardur kanum
Tahkîk burcundan doğar uyakmaz benüm günüm’’
Şiirleri Makâlât, Vilâyet-nâme
Yunus’un şiirlerinin toplandığı cönklerde çıkar.
Günümüze kadar bazı şiirleri gelmişse de
Müstakil bir divanına rastlanılmaz.
Ancak Vilâyet-nâmede, divan oluşturacak kadar
Birçok nefes söylediği aşikâr.
Yunus’la aynı vezin ve kafiyede yazdığı
İlk beyitleri birbirine benzeyen şiirleri vardır;
Belki de bir naziredir, kim bilir.
‘‘Yunus:
Bu bir acâyib haldür bu hâle kimse ermez
Âlimler da’vî kılur velî değme göz görmez
Said:
Değme bir anduğumca yürek yerinde durmaz
Nice kim anı anam gönlüm hiç karar almaz
Yunus:
Lâ şerik’den okursun yine şerik katarsın
Bire iki demeği kimden fetvâ tutarsın
Said:
Her dem bile danışup anı kandadur dersin
Uyanık sanma seni yavlak katı uyarsın
Yunus:
Hakk’ı kaçan bulasın Hakk’a kul olmayınca
Erenlerün eşiğün yasdanup yatmayınca
Said:
Gönül kanda dolanur ma’şûkun bulmayınca
Kişi âşık mı olur gönülsüz kalmayınca
Yunus:
Andan beri günildüm dostıla bile geldüm
Bu âleme çıkıcak acâyib hâle geldüm
Said:
Ezelden ben bu ışkı bu mülke tuta geldüm
Yâridüm anda şeksüz yine ol yâre geldüm
Yunus:
Nice bir besleyesin bu kaddile kaameti
Düşdün dünya zevkine unutdun kıyâmeti
Said:
Mal üzere bağlanmaz dervişler mühimmâtı
Dünya ahret söylenmez erenler mekaleti”
Hacı Bektaş-ı Veli ufkuna doğan güneş,
Esrarında can olur yakar sönmeyen ateş.
Üç yüz altmış halife arasında bir Said,
Ve Vilâyet-nâme’de işte şöyle der Said.
‘‘Salâ geldi müezzin geldi kaamet eyledi
Kıbleye karşı yüzin tutdı niyyet eyledi
Secdeye indi yüzüm didar gördi bu gözüm
Dağıldı aklum sözüm zihnümi mat eyledi
Unutdum namazımı dosta tutdum yüzümü
Dost kendü mürvetinden bir işaret eyledi
Ne taat var ne salât ne zikir var ne tesbih
Bu beş vakit namazumı ışka gaaret eyledi
Şol benüm secdegahum Tur dağı durur meğer
Musileyin gözlerim Tur münacat eyledi
Kanda baksam dopdolu Hacı Bektaş-ı Veli
Bu Said kemter kulı oldı adet eyledi’’
Hünkârın irşadıyla can olur tasavvufa,
Piri neler düşünür, sevgisi nasıl sevgi;
Ararsak nedir diye gönül dolu bir övgü,
Said Emre’den doğan kıymetlenmiş bir vefa.
‘‘Işk üni arşa irer ışk gözi didar görer
Işka yarayan gönğül mutlak didara yarar
Işk da'visi uludur ışk hısımı bellüdür
İki cihan ilmini ışk bir adımda direr
Işk yokluk kabul ider varluğın koyup gider
Varluk mülkinden sonra ışk ebed ömür sürer
Dirliğin ışka virüb kendü ışka kul olup
Hünkâr ışkın öğmedin bu Said neye yarar’’
Tasavvufi bir yolda ilerleyen bir derviş,
Hâk ile birlik için yoklukta erir derviş.
Can gözünü açmaya adanmak erlik olur,
Aşk ile yana yana vuslata yürür derviş.
‘‘Zâhir bir bâtın gerek birlik eri halinde
Dünya ahret bir adım ışk erinün yolunda
Zâhirini bırakmış küllî bâtına bakmış
Sıfat-i ışka akmış varlığı ışk elinde
Ayrulığı unutmuş birlik kendüne bitmiş
Varlığını gark itmiş yağmur ile selinde
Kendi adın eyitmez kendiden kabul etmez
Bileliğin unutmuş ayrılık yok yolunda
Dirliğin ışka yazar varlıktan küllî bîzâr
Yolın yoklığa düzer yürir yokluk ilinde
Sait eydür zî dirlik dost ile olsa birlik
Yolın yoklığa düzer yürir yokluk ilinde’’
Başkadır Said’in aşkı nizamı,
Sevgiyle vardığı vahdet makamı.
Birlik şarabından öyle bir sarhoş,
Bir manzume ile söyler meramı.
‘‘Nagâh yağma eyledi ışk odı canımızı
Hiç kimse nitelükden virmez nişanumuzı
Nice nişan vireler kangı yoldan soralar
Çün elden bırakdurur din ü imanumuzı
Ne imana bakdurur ne hod dine tapdurur
Kendüyle bile dutar yıkdı dükkânumuzı
Virdi birlikden şarab kıldık dükkânı harab
Cümlesini terkitdük assı ziyanumuzı
Ne assı var ne ziyan gelsün canuna kıyan
Cümlesinden geçüben bulduk sultanumuzı
Gördüm imdi bu kandan ne biter bu ma'denden
Ayrılmazuz birlikden bulduk mekânumuzı
Said imdi yürivar çün bir oldı bu ikrar
Hiç makamdan virmesün kimse nişanumuzı’’
Osman Öcal
-
Hasan Dede (GÜLCE - BAHÇE)
-I-
Hem düşünür hem derviş iftihar Hasan Dede,
Makamı kalpten geniş bir pınar Hasan Dede,
Hak ile Hakk’a ermiş Zü-l Fikâr Hasan Dede.
Bir himmet manaya, safi inanca,
Delice sevdaya yâr Hasan Dede.
Ali bahçesinde açılan gonca,
Koklayıp sevene kâr Hasan Dede.
Medrese ilimli âlim alperen,
Alevi-Bektaşi yolunu süren,
On iki imamı sevene yâren,
Kerbelâ’da yanan kor Hasan Dede.
Horasan diyarı Karaman eli,
Yareni yoldaşı boyu Begdili,
Oğuz oymağından arıdır dili,
Tarihe yavuklu bir Hasan Dede.
Bin dört yüz seksen dokuz dünyaya açtı gözün,
İlk konuşma ilk sözcük Türkçe söyledi sözün.
Uçmağa varış yılı bin beş yüz doksan altı,
Alevinden bir parça Ali’de yanan közün.
Ümmi Azize’den dünyaya gelen,
Fakih Şeyh Yakup’u babası bilen,
Gönül cennetinde yaşıyor halen,
Ozanlar içinde pir Hasan Dede.
Benligüzel ana saygın ve fahim,
Oğlu Mustafa’yla Halil İbrahim,
Ve kızı Ümmühan Âl-i İbrahim,
Bir eşi de Fatma var Hasan Dede.
Hacı Bektaş ile can olur candan,
Hoca Yesevi’den beri kalandan,
Alır nasibini Balım Sultan’dan,
Akdeniz elinde sır Hasan Dede.
Ulu kişiler, gönüllerde yer eder
Aşılmaz sur, yıkılmaz kale gibi.
Zamanla, hayatlarından bir parça olur
Farklı farklı menkıbeler.
Hasan Dede için de neler söylenir neler.
Dergâhtaki Akpınar’dan kızıl elma akacaktır;
İki yüz yıl, uzun bir zaman sonra
Ve akar Hacı Bektaşi Veli’nin dediği gibi,
Beklenen gelmiştir,
Daha yirmi beş yaşında Hasan Dede.
Hizmetini görür bir süre
Postnişin Balım Sultan’dan
Hoca Ahmet Yesevi’den intikal eden emanetleri alıp,
Türkmen aşiret mensuplarıyla yol vurur;
Adana yönüne, gönüllü sere serpe
Henüz pişmiş taze körpe…
Tutar Anavarza’da ne var ise ahtın da,
Ölümüne bir sevda Anadolu bahtında.
Özel bir mektup ile İstanbul’a çağrılır,
Birinci Süleyman ki Osmanlının tahtında.
Padişah, Viyana için
Hasan Dede’yi gözde bilip
Türkmenlerle savaşa katılmasını isteyince,
On dört aşiretten topladığı gönüllü erlerle savaşa gider.
Henüz yolda iken Mehmet Dede’den himmet ister,
Dilekte bulunur bir şiirle:
‘‘……………………………………
Sultan Süleyman’dan bir name aldım
Harbe yetiş deyince hazır oldum
Topladım orduyu yola koyuldum
Hayır himmet eyle pir Mehmed Dede
………………………………………’’
Musahip Mehmet Dede Anadolu olur
Dost gönlünü uzatıp,
Ozanca bir cevap verir,
Karpuzu Büyük Hasan Dede’ye:
‘‘……………………………
Sıtgınan gitmenin sırrın bilirsin
Ölsen şehit kalsan gazi olursun
Viyana’ya kadar teslim alırsın
İşiniz rast gelsin pir Hasan Dede
………………………………..’’
Tereddüt etmeden name dilinden,
Gönüllü erlerle Türkmen elinden,
Koyulur yollara hazzetmez kinden,
Askerin başında mir Hasan Dede.
Sefere çıkacaktır Osmanlının ordusu,
Askerimin önünde kurulmasın der pusu;
Düşer savunmaksızın birer birer kaleler,
Bin devletsize yeter bir Türkmen’in korkusu.
Doğudan batıya cem olan volkan,
Durulur önünde diyarı balkan,
Hasım kılıcıyla kırılmaz kalkan,
Başı koltuğunda er Hasan Dede.
Ne kazanımlar sağlar,
Askerin önünde bir ulu civan.
Gülbengler çeker, moral olur coşku ile
Yırtar yeri nidalar,
Delinir gökler, avaz avaz hu çeker dağlar.
Aynı zamanda iz bırakır,
Balkanlarda Bektaşi toplumunda.
Kalıp maksuduna erer Otman Baba dergâhında,
El alarak gönül okşar Sultan Suca dergâhında.
İhtisası alanında Bektaşilik umdeleri,
Gün geçtikçe dolup taşar azimle yürür ileri.
Karargâh tutar dergâhı Bulgaristan Hasköy yeri,
Kalıp maksuduna erer Otman Baba dergâhında.
Zaman ve mekân üzere postnişin gösterir yolu,
Derviş olan nice gezer seyri sefer Anadolu.
Bir pire intisap gerek Hak için içirir dolu,
El alarak gönül okşar Sultan Suca dergâhında.
Sultan Süleyman’dan görür itibar
Güven verir halife-i iktidar;
Hıyanet ilmini bilmedi zinhar,
Âdildir kâmildir ar Hasan Dede.
Bir dergâh kurmak ister Balkanlarda
Ya da Çukurova’da.
Bir müddet sonra
Çiftlik kurabileceği, dergâh açabileceği
Bir yer belirler zamanın erki,
Yer Keskin civarında Teke Salan mevkii.
Bin beş yüz yetmişte izin beratı,
Padişahtan gelen ilk mükâfatı;
İki Kol ‘tımar’dır şahlanır atı,
Kurar dergâhını yer Hasan Dede.
Süleymanlı idi sonra Çukurcak,
Zamanla İki Kol denildi ancak,
Son defa değişti dikilip sancak,
Adıyla anılır gör Hasan Dede.
Türkmen obalarını toprakla kaynaştırır,
Vergileri toplayıp tekkeye yüzde alıp,
Hakkı ne ise artık saraya ulaştırır;
Talibini güldürür vergiden muaf kılıp.
Yirmi altı yıl pirlik şeyhlik yapar tekkede,
İlmindendir velilik şöyle bir söylencede;
Karpuz çekirdeğiyle bir parça kömür salıp,
Şerifle olur birlik kurban keser Mekke’de.
Büyük bir düşünür, ermiş ve Allah dostu,
Sevilen sayılan feyzinden istifade edilendir.
Sekiz derviş ile geldiği İki Kol’da
Aynı zamanda ziraatla da uğraşır,
Bağcılık yapar, iri karpuzlar yetiştirir.
Yüzyılları aşıp gelen
“Karpuzu Büyük Hasan Dede” dir aynı zamanda.
Türbesi, Hasan Dede Camii yanında
Koyun koyunadır dervişleriyle, evlatlarıyla.
Çukurova'daki hayatı gizemlidir;
Kadirli Elbistan’da adına yapılan türbe,
Hakkındaki menkıbeler sevildiğine işaret.
Aşiretleri barıştırıp dertlerine derman olur,
Değirmen taşına söz dinletir.
Yöreden ve değişik bölgelerden birçok aşığı etkiler,
Adına şiirler yazılır, övgüler dizilir.
Ve Âşık Veli şöyle seslenir bir şiirinde:
‘‘Horasan elinden Anadolu'ya
Islahata geldi Pir Hasan Dedem
Seyreyle didemden akan selini
Islahata geldi Pir Hasan Dedem
Peşinden ordusu gayet fırkatlı
Taçları yeşildir dilleri tatlı
Böyle er görmedim gayet heybetli
Islahata geldi Pir Hasan Dedem
Haydarı Berek'e bekçidir koydu
Necef denizinden kılıcın aldı
Tahta kılıç ile çok kâfir kırdı
Islahata geldi Pir Hasan Dedem
Ol Berek dağında Haydar seslenir
Varan deli akıllanır uslanır
Tahta kılıç kılıfında paslanır
Islahata geldi Pir Hasan Dedem
Aksede üstünde gördüğüm böyle
Gül yüzlü efendim gördüğün söyle
Pir Otman Baba'ya bir niyaz eyle
Islahata geldi Pir Hasan Dedem
Velim der ki şüphesiz Ali
Bir ismi Hasandır, bir ismi Ali
Niyaz et Allahın sevgili kulu
Islahata geldi Pir Hasan Dede’’
-II-
Mahlası Kul Hasan ve Hasan Dede,
Ne güller kızardı harlı gönülde,
Nefes nefes damlar içtiği bade,
Azı dosta yüzü dosta…
Şiirinde türlü türlü sanat var,
Uçar güzelleme çifte kanat var.
Tacı Hak’tan gelen bir saltanat var,
Pozu dosta közü dosta…
Açılır goncalar kanar gülistan,
Duaz imamları bir ulu destan.
Ağıtını duyan ıslanır yastan,
Gözü dosta yüzü dosta…
Halk ozanlarına kaynak ve esin,
Yarasına derman olur herkesin.
Sarı telde nağme nağme nefesin,
Sözü dosta özü dosta…
Adına şiirler yazıla geldi,
Kimi söz kimisi saz ile geldi,
Kimi medet kimi köz ile geldi,
Düzü dosta cüzü dosta…
Gönle sığar da
Zamana sığmaz asla,
An’a sığmaz ki Hasan Dede;
Devirlere hükmeden koca ozan,
Okudukça aydınlanır oğul kız kızan.
Ve şiirleri;
Ya cönklerle gelmiştir ya düşüp dilden dile,
Verelim bir kaç örnek ne imiş Hasan Dede.
‘‘Seni didem hayalına gezerim
Ne amel işledin dünyada gönül
Rüzgârın muhalif esti sezerim
Gemin baştankara dünyada gönül
Ne bir ahbabımız ne de yaran var
Lokman gibi ne yâremi saran var
Dert gönderip dermanını veren var
Gitme başka yere imdada gönül
Âşıkların işi cilvedir nazdır
Söyle cevabını kâmile sezdir
Böyle ağlamanın gülmesi tezdir
Niçin düştün ah-û feryada gönül
Bakmaz mısın şu feleğin fendine
Düşürüptür tuzağına bendine
Kâmilin kemâli yeter kendine
Ne hacet arifi irşada gönül
Tarikten çıkar mı hiç asil-dida
Kendine malumdur kıldığım nida
Hasan Dedem der ki takdiri Hüdâ
Ya niçin karıştın inada gönül’’
Haykırdıkça Anadolu,
Har içinde Hasan Dede.
Sevda dolu Türkü Türkü,
Zor içinde Hasan Dede.
‘‘Şunda bir güzele meyil düşürdüm
Uykuda yanardım düş arasında
Leyli nehar sevdalandım şaşırdım
Kaldı kara bağrım taş arasında
Sen güzelsin güzel sana inandım
Aklımı aldırdım meylimi verdim
Öyle ki abdalın seyyahın oldum
Gezerim dağlarda kış arasında
Takrir olsa sancağına yazılır
Sevdası serimde bağrım ezilir
Tan eylemen ben gedayı gaziler
Dilim ne söylerse cuş arasında
Bülbül âşık oldu gördü gülüne
Canım kurban sevdiğimin yoluna
Hasan Dedem gider dostun eline
Ara ki bulasın beş arasında’’
Evren esir bir dimağda,
Yaren kalır zorlu çağda,
Eren bülbül bağa bağban,
Mor içinde Hasan Dede.
‘‘Bâd-ı sabâ, yâre selâm et bizden
Hatırcığı eyu mudur, hoş mudur
Ben bendesi ırak oldu gözünden
Kıymetini bilmezlere eş midir
Dilber, bizim kadrimizi bilmedi
Akan çeşmim yaşın bir dem silmedi
Çok zamandır bir selamı gelmedi
Acep o zalimin bağrı taş mıdır
Rakibi gördükçe yârin yanında
Canım yanmaktadır sem'a dağında
Hatıra geldikçe yoksa anında
Bencileyin iki gözü yaş mıdır
Ayrılığın bedir oldu hilali
Artar derunümun derdi, hayali
Ol gonca danenin Yusuf cemâli
Hasan Dede hayal midir, düş müdür’’
Yakar özlem bağrı yanık,
Akar çeşmi boz bulanık,
Bakar düşler âleminden,
Zar içinde Hasan Dede.
‘‘Ey divane gönül, bu lâzım olan
Eyle kalbini saf, sen eyle insaf
İnsaf ehli olan söylemez yalan
Haram durur hilaf, hem beyhude lâf
Lâfı güzaf eyler biri birine
Bel bağlama şu cihanın varına
Yazılanlar gelir kulun serine
Dar eder her taraf sonunda muaf
Muaf olur biraz demler görürsün
Yaradan'ın keremine erersin
Hâcerül esved'e yüzün sürersin
Ehlibeyte tavaf eyle der Mushaf.
Mushaf da her derde derman bulunur
Cümle müşkülatlar anda bilinir
Kimi nura, kimi nara bürünür
Kimi ehli agraf, söyledi Keşşaf
Keşşafın her sözü olundu kabul
Ehli ihraf derler canana duhul
Hasan Dede şeksiz evlâdı Resul
Haşim Abdülmenaf yoktur ihtilaf ’’
İman ile ol müşerref,
Zaman ölür kalır şeref,
Duman duman alev alev,
Nar içinde Hasan Dede.
‘‘Bir zaman anama erlik eyledim
Bir zaman hıfzetti pederim benim
Bir zaman babama avretlik ettim
Bir zaman taşıdı Maderim benim
Mevlâm izin verdi doğdum anadan
Arif olan fehmeyliyor mânâdan
Vücudumuz gelip geçti fenadan
Aşktan başka yoktur didarım benim
Piyadeyim şimdi yoktur kardeşim
Sırrım verip sır alacak sırdaşım
Her nereye gitsem, size yoldaşım
Yanımdan ayrılmaz kaderim benim
Kimi işi işrette, kimi mihnette
Kimi ruşendedir, kimi zulmette
Hasan Dedem kusurum yok gayrette
Bu kadarca imiş kaderim benim’’
Zarif dilde gizli mana,
Tarif bulup var imana,
Arif olmak kolay değil,
Zer içinde Hasan Dede.
‘‘Meşakkati cihan serimde mihman
Dedim gönül; didem eyleme heves
Olun mülevves
Mülevves olanlar olur mu insan
Ya efdal olur, ya olur tersi
Anlar isek ses
Sesten anlar isen karış irfana
Gelen, gitmek için gelir cihana
Melun iğva eder daim insana
Adüv-ü ekberdir İblisi hannas
Neylesin bu nas
Nas, bir hırsa düşmüş encamı n'ola?
Cümlesi Hakk'tandır sebep kul ola
Sıdk ile arayan Mevlâ'sın bula
Anı fehmeylemez cahil ü nekes
Neylesin herkes
Herkes bir sevdada, gezerler müdam
Kimi gamm-nak, kimi eyler ihtişam
Hasan Dedem gör ki kül olur encam
Mürg-ü can uçar da boş kalır kafes
Kesilir nefes’’
Çile toplar topal sanat,
Kele baldır Hakk’a biat,
Bile bile girip kalmaz,
Kör içinde Hasan Dede.
‘‘Bir acayip halde kaldım gaziler
Gecede üç, gündüz iki, günde bir
Bu cevabı duhl eyler bazılar
Senede üç, ayda iki, günde bir
Yüzüm kara, elde yoktur amelim
Ora varacağız nic'olur halim
Bari ahsen ola idi sualim
Kabirde üç, kefen iki sin'de bir
Vasfa gelmez benim sinemde derdim
Kelime-i tevhit dilimde virdim
Kendi aklım ile hesaba vurdum
Dokuzda üç, dörtte iki, onda bir
Âdem’de lâ, gönülde lâ, elde lâ
Mekke'de lâ, Mısır'da lâ, elde lâ
Kerem’de lâ kaderde lâ elde lâ
Şam'da üçtür, Bağdat iki, Van'da bir
Tende üçtür, canda iki, gözde bir
Cananda üç, bizde iki, sizde bir
Sohbette üç, cevap iki sözde bir
Civanda üç, bende iki, sende bir
Aradım, Kul Hasan'da buldum birini
Derdi başa çekmiş, anlar sırrını
Doldurmuşlar şu cihanın varını
Şehirde üç, pazar iki, handa bir’’
Yarenlere olur sezi,
Görenlere açık gizi,
Erenlere çözmek için,
Sor içinde Hasan Dede.
‘‘Gam yeme gayri, divane gönül
Bize canı yanan cananımız var
İsmi bin bir, kendi bir'dir, lâ nazir
Âlemin sahibi Süphanımız var
Bizden selam eylen Şah-ı Mikdat'a
Anın hükmündendir bay ile geda
Muhammed Mustafa Habibi Hûda
Resulün sahibi Kur'anımız var
Dünyanın baş eri ol Şah-ı Emin
On bir evlat ile Hazreti Emin
Ana hayran idi arş ile zemin
Çağırana şah-ı merdanımız var
Bir Hasan Hüseyin bir Zeynel-ubad
Bakır, Cafer-i Sadık eylesin imdat
Kazım’a, Rıza'ya bağla itikat
Bizim bir imam-ı zamanımız var
Şah Taki, Şah Naki, şah evliyadır
Şah İmam Askeri, sırr-ı Hûda'dır
Hasan Dedem der ki, derde devadır
Mehdi-i zamana, imanımız var’’
Sözde değil aşkı aşktır,
Özde yanar meşki meşktir,
Gözde nuru kitap ehli,
Sur için Hasan Dede.
‘Efendim cihanda iptida kula
Tanrı tarafından hidayet gerek
Hidayete eren Mevlâ’sın bula
Hâlisi kalb ile itikat gerek
İtikat tam eyle bulasın iman
Hamdolsun Nebimiz hem ahir zaman
Ahlâkını düzelt var tut bir zaman
Daima yedinde, şeriat gerek
Şeriat sahibi vahidi mutlak
Hiç mahrum olur mu kim ki diye hak
Cihana aldanma sen behey ahmak
Mümin olanlara tarikat gerek
Tarikata girip olasın kâmil
Benim bu cevabım cümleye şamil
Herkes eyler ise ilmiyle amil
Kendini bilmeye marifet gerek
Marifeti olmayan nâşidir nâşi
Dünyada, Ahrette fenadır işi
Hasan Dedem farket şeş ile beşi
Her zaman kalbine hakikat gerek’’
İçer meyi hakikatin,
Uçar gönül zahir batın,
Açar olur kırk kapıyı,
Nur içinde Hasan Dede.
‘‘ Birsin birliğine yoktur gümanım
Tövbe günahlara estağfirullah
Allah huzurunda çoktur günahım
Tövbe günahlara estağfurullah
Muhammed peygamber İslam yolumuz
On iki imamlar pirim Ali’miz
Hatice Fatıma gerçek belimiz
Tövbe günahlara estağfurullah
İmam Hasan geldi bize yardıma
İmam Hüseyin’dir derman derdime
Zeynel Abidin’i şükür görmeme
Tövbe günahlara estağfurullah
Muhammed Bakır’dır balkıyıp gelen
Ol İmam Cafer’dir elimiz alan
Musa-i Kazım’a niyazlar kılan
Tövbe günahlara estağfurullah
Ol İmam Rıza’dır Horasan piri
Muhammed Taki’dir sırrımın sırrı
Ali yül Naki’dir imamlar nuru
Tövbe günahlara estağfurullah
Ali Askeri’den aldığım ferman
Muhammed Mehdi’dir derdime derman
Yola ikrar verdim geriye durmam
Tövbe günahlara estağfurullah
Hasan Dedem Hak nuruna boyandım
Gözüm açtım hem kalfetten uyandım
Mürvet güzel pirim sana dayandım
Tövbe günahlara estağfurullah’’
Sürek olan yol mihengi,
Gerek kılar bu ahengi,
Yürek kuşu duaz imam,
Dar içinde Hasan Dede.
‘‘Getir ki, mümini bilem
Ben olayım ona gulâm
Üç kimseye verme selam
Biri hain, biri fasık
Bir beynamaz, bir beynamaz
Kul olanlar bilir Hakk'ın
Kendini nadandan sakın
Üç kimseye olma yakın
Biri müfsit, bir münafık
Bir de gammaz, bir de gammaz.
Şair, şiir icad eyle
Dil mülkünü âbad eyle
Şu üç şeyi mutad eyle
Biri halim, biri sabır
Bir oku yaz, bir oku yaz
Nasip et mümin kullara
Bakmaz mısın bülbüllere
Daim ezber et dillere
Biri zikir, biri şükür
Bir de niyaz, bir de niyaz
Cefaya düş, açma sırı
Fahiş işten sen ol beri
Hasan Dedem, üçten biri
Biri huzû, biri huşu
Bir de namaz, bir de namaz’’
Nifak bilmez eler ince,
Hak katından söyleyince,
Şafak söker olur vasıl,
Kar içinde Hasam Dede.
-III-
Askerdir oğul İbrahim,
Evlat hasreti yakıp kavurur.
Volkan kızıl kaynar,
Taş gibi düşer yüreğin ince noktalarına.
Mısralar düğüm düğüm olur,
Boşalır bir boşlukta nefes nefese:
‘‘Beni mecruh etti hasret-i firâğı
Elif kadem ettin keman İbrahim
Yok aklımın oturağı, durağı
Gayet oldu halim yaman İbrahim
Takatim yok ben oraya varayım
Bağ-ı hüsnün, gül cemalin göreyim
Padişaha bir arzuhal vereyim
Dad eden elinden aman İbrahim
Ta ezel ezelden kemter bahtımız
Viran oldu gönül köşkü tahtımız
Allah-û âlem, oğul, ahir vaktimiz
Tahmin görüşmemiz güman İbrahim
Göresin bu sinem tutuşup tütmek
Adettir askere hem gelip gitmek
Ne hacet sensiz ben hesap etmek
Sen gideli hayli zaman İbrahim
Hasan Dedem ciğerciğim sızılar
Böyle imiş mukadderde yazılar
Gurbetteki, sılasını arzular
Hübbül-vatan, minel-iman İbrahim’’
Seyyidlik belgesi olanın
Soyu Muhammed soyuna çıkar,
Belgesi sahte olanın
Günahı Nakibül Eşrafa çıkar.
Hasan Dede yapıcıdır, kâmildir,
Kusurlara nefes olur ozanca;
Âdemoğluna seslenir,
Eşraf oğlunu uyarır,
Türkü olur dillerde söylenegelir.
‘‘Eşrafoğlu al haberi
Bahçe biziz gül bizdedir
Biz de Mevlâ’nın kuluyuz
Yetmiş İki dil bizdedir
Erlik midir eri yormak
Irak yoldan haber sormak
Cennetteki ol dört ırmak
Coşkun akan sel bizdedir
Âdem vardır cismi semiz
Abdest alır olmaz temiz
Halkı dahl-eylemek nemiz
Bilcümle vebal bizdedir
Kimi sofu kimi hacı
Cümlemiz Hakka duacı
Resulü Ekrem’in tacı
Aba, hırka, şal bizdedir
Biz erenler gerçeğiyiz
Has bahçenin çiçeğiyiz
Hacı Bektaş köçeğiyiz
Edep, erkân, yol bizdedir
Kuldur Hasan Dedem kuldur
Mânâyı söyleyen dildir
Elif Hakk'a doğru yoldur
Cim ararsan Dal bizdedir’’
-IV-
Dört kapı kırk makam felsefesidir,
Verdiği her nefes pir nefesidir.
Cemlerde söylenen Ali sesidir,
Arıdır durudur Türkçedir dili.
Hakikatin sırlarına erendir,
Vardığı yerlere düzen verendir,
Ne dostunu ne hasmını yerendir,
Kızılırmak gibi coşkundur seli.
Boşanır gülbengi haz ile dilden,
Elinden dilinden arıdır belden,
Ehlibeyt sevdası dökülür telden,
Semahına durur her seher yeli.
Dergâhında ilm-i ledün var idi,
Yanıp yanıp nice talip eridi,
Yolcusu fakiri nasibin yedi,
Yürüyor izinden süreğen beli.
Peşindeki Türkmen boyu arkalı,
Bilmez ayrım yetmiş iki fırkalı,
Karpuzu üzümü olmuş markalı,
Çapaya kazmaya yatkındır eli.
Vuslatî diyor ki ey Kızılırmak,
Çizerek dolanır yay Kızılırmak,
Kaç asır birliksin say Kızılırmak,
Hasan Dede bizim Kırıkkaleli.
Osman Öcal
-
Şah İsmail-Hatayî (GÜLCE- BULUŞMA)
-I-
Kim gizemli kim emin,
İpek yiyen güvenin,
Nem düşer yaldızına,
Ucu oynak kalemin.
Can içinde öz gerek,
Özü açar söz gerek,
Hakikate varmaya,
Yanmak için köz gerek.
İkiyüzlü bu acun,
Giydirdiği her tacın,
Bir öyküsü olmalı,
Bayrağı tutan burcun.
Şeyhlik şahlık zamanı,
Yaradan’ın fermanı,
Bir şah geldi dünyaya,
Nice derdin dermanı.
Yıl
Bin dört yüz seksen yedi,
Gün temmuzun on yedisi.
Şeyh Cüneyd’e torun
Erdebil ocağı şeyhi Şeyh Haydar’a bir oğul
Verdiğinde Yaradan;
Sevinç doldu çağıl çağıl
Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kızı
Anası Alemşah Halime Begim.
İsmail dendi adı,
Ortaya düştü tadı.
Şeyh Safiyüddin neslinden,
Doğum yeri Erdebil.
Piri Türk soyludur, dilidir büyük delil.
Henüz bebek yaşta iken,
Mahkûmiyet gelir erken,
Aynı kökten beslenerek,
Gül koynunda biter diken.
Dünya yalan şaşar beşer,
Babası, Cüneyd’in öcüne düşer.
Şirvanşahlara saldırır.
Akkoyunlu sultanı Yakup beyin
Şirvanşahlara yardımıyla
Mağlup galibe döner.
Teberistan yakınlarında kırar kılıç kılıcı,
Can verir Şeyh Haydar dağılır tahtı tacı.
İşgale uğrar Erdebil,
İsmail, anası, kardeşleri
Sultan Ali ve İbrahim mahkûm edilir,
Şiraz İstahr kalesine bir dönem.
Döner, dümen üstüne dümen;
Akkoyunlu içinde taht kavgası,
Düşen canın
Yok hesabı akan kanın.
Uzun Hasan’ın torunu Rüstem Mirza,
Sultan Yakub’un oğlu Baysungur’a karşı
Yararlanmak için azad eder şeyh Hardar’ın neslini.
Yaman vuruşur Sultan Ali, müridi Kızılbaşlar.
Ali kuvvetlenir, Rüstem Mirza’da korku başlar.
Taht ve geleceğini tehlikede görüp,
Cüneyd’in soyunu kurutmak ister.
Salar Kızılbaşlar üzerine binlerce asker.
Sultan Ali öldürülür,
Sıra altı yaşındaki İsmail’e gelir.
Safiyüddin torunu Akkoyunlu varisi,
Şeyh Ali isteğiyle Kızılbaşa son halef.
Kaçarak gizlenerek büyümüştür doğrusu;
Akkoyunlu elinde olmamak için telef.
Önce, Annesi Alemşah’la
Şeyh Safiyüddin’in türbesine varır,
Sonra Türkmen Gazi Ahmet Kakuki’in evi,
Arkasından Hancan adlı bir kadın korur.
Aleyhtedir zaman ve mekân,
Dulkadir Türkmeni Ubay Hatun’a düşer korumalık.
Ne arayış durur ne tehlike durur;
Bu sefer Allahvermiş Ağa Türbesi’nden,
Karamanlı Rüstem Bey aracılığıyla Kerkan Köyü,
Kesker Hâkimi Emir Siyavuş’un yanından,
Reşt’e, Gilan’a, Lehican’a kadar uzanır,
Kutsal kaçışın sonu.
Türkmenlerin içinde,
Kızılbaş terbiyesine uygun biçimde yetişir,
Türkmen için, birlik için, umut olur yasına,
Korunur can pahasına.
Son durak Lehican’da on ikiye gelir yaş,
Yedi boy yedi beye yetişerek olur baş.
Erdebil ocağına sürülür kızıl taylar,
Toz kopar nal sesinden ufalanır ağır taş.
Ve yürüdükçe büyür katılan Türkmen ile,
Büyük coşkuyla girer öz yurdu Erdebil’e.
Bin beş yüz yıllarında ulaşır Erzincan’a,
Baş gövdeyle birleşir kabza yapışır ele.
Ustaclu, Şamlu, Rumlu, Tekelü yağar hemen,
Zülkadir, Avşar, Kaçar, Varsak, Çepni tahriben,
Toplanır çevresine Tercan Sarıkaya’da,
Başında kızıl tacı yedi bin yiğit Türkmen.
Kızılbaş orduyla geçer Kura nehrini,
Vurup Ferruh Yesar’ı yağmalatır ilini.
Kılıç kına girmeden alır Bakü şehrini,
Akkoyunlu’yu basıp açar Tebriz yolunu.
Bin beşyüz bir yılında
Tebriz’de kılar karar.
Dili Türkçe, egemeni Türk,
Safevi Kızılbaş devletini kurar.
On iki imam adına ilk hutbeyi okutturup,
Para bastırır adına şah tahtına oturup.
Ozanları, âlimleri, sanatkârı korur,
Toplanır çevresinde kalemi keskin ordu,
Ülke o hale gelir sanki Dede Korkut Yurdu.
Yüz yıllar boyunca
‘Kaba, akılsız, eşek’ denilerek itilip kakılan,
Kendi bahçelerinde,
Tahterevalli ucunda,
Arapları, Farsları, Ermenisi, Rumları
Yukarda tutmak için
Mecbur kalan taraftarın doğu göçü sürerken
Yükleri kaldıran denge,
Tutuşur nice cenge.
Akkoyunlu’dan sonra
Doğudan gelen tehdit,
Özbek Muhammed Şeybani Han’ı yener,
Bin beş yüz on dört en kudretli anında
Savaşmamak için Çaldıran’a direnir.
Tarihin cilvesi bu:
Timur ve Yıldırım gibi
Yavuz Sultan Selim’le Şah İsmail’in
Önce mektupları çarpışır,
Sonra da orduları.
Türklüğe değen darbe, kim durultur suları…
Biri padişah biri şah,
Devleşen iki lider,
Biri Sünni biri Kızılbaş.
Siyasi güç uğruna, büyümek için bir beden;
Mezhebi farklı diye
Düşürülür nice baş,
Türkmen olur kaybeden.
Yenilmenin acısı vurur ince ruhuna,
Başlar sancılı yıllar heder eder çöküntü.
İlham can yoldaş olur artık Türkmen şahına,
Daha da içli yazar o gerçek ozan çünkü.
Sam Mirza’nın dediği,
Yeni bir Ferhat olan Hatayî.
Bin beş yüz yirmi dört, yirmi üç mayıs günü,
Hakk’a yürür henüz pek genç yaşında;
Erdebil ocağı, son katık,
Büyük atası Şeyh Safiyüddin ile
Koyun koyunadır artık.
Şüphe götürmez inancı,
Yaman avcı.
Türk töresinde kut,
Liderliği bir yakut.
Say ki yırtıcı aslan indiğinde meydana,
Çevresiyle sohbette cevher yağdıran bulut.
Yüceliği bir derya bonkörlükte birinci,
Anadolu’da, Türkmen gönlünde inci.
Sesi güzel, saz ve berbed çalmada usta,
Yedi ulu ozandan birisi.
Asırları devirir değerinden pay vermez,
Teferruat gerisi.
-II-
Kısacık ömrünün çoğunu devletine adarken,
Hatayî- Hataî mahlasıyla
Hem lirik hem epik şiirler yazan,
Azerbaycan Türkçesinin duru çeşmesi,
Söz hazinesinin zirve örneği,
Ölmez sanat incileriyle dolu eserler bırakır.
Çoğunluğunu gazellerin oluşturduğu divanı,
İnsanperverliği öne çıkaran
Tasaffufi, dini, siyasi içerikli Nasihatnamesi,
Aşk mesnevisini kapsayan on mektup, Dehnamesi
Gülşende bülbülün sesi.
Nasihatname’den kısa bir vuruş,
Geçerli olmalı aslolan duruş.
‘‘……………………………
Özünbilmə z ilə durma, о turma,
Ömür zaye keçə r, ə qlin itirmə .
Qо ma şah damə nini daim ə ldə n,
Yapış silsilə sinə canü dildə n.
Kimin ki, mə ’ni içrə zati yо xdur,
Çürükdür sözünün bünyadi yо xdur.
Yə qin sidq aşiqin sə rmayə sidir,
Bu rə mzi bil ki, о l can ayə sidir.
Iman ə hli isə n, ey can, və leykin,
Ki, cismü canü dildə dutmagil kin.
Budur sözüm sana, mə ndə n ə manə t,
Könül yıxma, və li eylə imarə t.
……………………………………’’
Dehname’si aşkta gerçek şaheser,
Her bölüm Ferhat’ın ününü keser.
‘‘…………………………………………
Xо ş də m ki, bu cismü canqavışdı,
Canan ilə hə m cahan qavışdı.
Bu gündürür о l ki, xə stə Yə ’qub
Yusifdə n azub rə van qavışdı.
Bu gecə dir о l ki, tə şnə Xızra
Heyvan suyu nagə han qavışdı.
Bu dün о durur ki, fə xri-alə m
Ba hə zrə ti-lamə kan qavışdı.
Adə mlə bu gün buluşdu Hə vva,
Yüz cə hd ilə də r cahan qavışdı.
О ldur bu gecə ki, ə hli-iman
Uçmağ ilə cavidan qavışdı.
Fə rxə ndə zə man ki, dilbə rinə
Ölmüş tə n ilə bu can qavışdı.
Şükr eylə Xə tayi, kim sə ninlə
О l şahidi-mehriban qavışdı
.…………………………….’’
Her kalem yazar mı denilse şahbaz,
Ne çıkar çanaktan tele bakmalı.
Her yazılan vermez okuyana haz,
Emek, yürek, bilgi sele bakmalı.
Âşıkane yazar,
Gönülde sevda dilde söz.
Nesimi, Mansur bir varıştır, anar,
Hurufilik ve ebced bilindik konu,
Yandıkça yanar
Kaynar, Alevi yolunda göz göz,
Kızılın tonu.
Canını ol Hakk’ın yoluna sermiş,
O gençlik çağında kalemi ermiş,
Sanatında tasaffufa yer vermiş,
Rengi nerden gelir güle bakmalı.
‘‘Baharın gə ldiyin nə də n bilə yim,
Gül dikə ndə bitə r, bülbül taldadır.
Ə yyubun tə nində iki qurd qaldı,
Biri ipə k sarar, biri baldadır.
Könlünə gə tirmə şə kk ilə güman,
Seyid Nə simiyə de о l о ldu şan,
Tanrı ilə min bir kə lam söylə şə n
Ə li Mə dinə də , Musa Turdadır.
Şə riə t yо lunu Mə hə mmə d açdı,
Tə riqə t gülünü Şah Ə li seçdi,
Şu dünyadan neçə yüz min ə r keçdi,
О nlar ittifaqda, Mehdi yо ldadır.
Adə min, Hatə min zati Fə zlullah,
Ə şyayi qə rq etmiş bu, bir sirrullah.
Şahə nşahi-qütbi-alə m zillullah
Qüdrə ti-nə zə ri mö’min quldadır.
Şah Xə tayi aydır: – Sirrini yayma,
Qıla gör namazın, qə zayə qо yma,
Şu yalan dünyada heç sağam deymə ,
Tə nin tə naşirdə , sirrin saldadır.’’
Umman söndüremez öyle ateş ki
Muhammed Ehlibeyt Hüseyin aşkı
Gönül sarayında Ali’nin köşkü
Gel deyip gittiği yola bakmalı
‘‘Qə hrinə , küfrinə cümlə dayandım,
Ə vvə l iqrar verib dönə n gə lmə sin.
Rə ngi, bо yasına cümlə bо yandım,
Bu rə nglə rə bо yanmayan gə lmə sin.
Rə nginə bо yandım, mə n camdan içdim,
Neçə canlar ilə qо ndum, qо nuşdum,
Mə hə bbə t eylə dim, candan sevişdim,
Mə hə bbə ti küfür sayan gə lmə sin.
Mə hə bbə t eylə dim, sevdim yarımı,
Xə rc eylə dim ə ldə о lan varımı.
Bir ə silzadə ylə et bazarını,
Etdigi bazardan dönə n gə lmə sin.
Gerçə k imiş sə rsə riyə gə lmə yə n,
Ə r о dur ki, iqrarından dönmə yə n,
Qə lbində , könlündə riya bilmə yə n,
İkilik kömlə gin geyə n gə lmə sin.
Günahkara tə riq sitə m qо dular,
Meydana gə lə ndə qırxlar dedilə r,
Dо stu dо stdan seçi verin dedilə r,
Ə fsanə sözlə rə uyan gə lmə sin.
Şah Xə tayi aydır: – Bu hə q yо lidir,
Dо ğru yо ldir, bu hə m eşq mə nzilidir,
Ə ksigə qalmayan pirim Ə lidir,
Qə lbində şübhə si о lan gə lmə sin’’.
Özletir sılayı her gurbet eli,
Sabahın aynası bir seher yeli,
Bülbülün avazı mecnun dili,
Sevdayı döktüğü dile bakmalı.
‘‘Dem-be-dem yol gözlerem, ol sevgi yârım gelmedi,
Qalmışam qış möhnetinde, növbahârım gelmedi.
Xeyli müddetdir ki, men tâ ayru düşdüm yârden,
Görmek üçün hedden ötdü, intizârım, gelmedi.
Tâ ki, gördüm uyxuda men ol perîşan zülfünü,
Yerine andan beri sebr ü qerârım gelmedi.
İxtiyârım getdi elden, cân u dilden el yudum,
Ol menim cân u könülden ixtiyârım gelmedi.
Xestedir miskin Xetâî bir misâl-i endelib,
Hüsn bağında cemâl-ı gül'üzârım gelmedi.’’
-III-
Gönül hazinesi dolu bir ozan,
Az olur emsali her türü yazan,
Bazen tuyuğ söyler geraylı bazen,
Bayati mesnevi gazelleri var.
Her çiçekten almış sanırsın Gülce,
Ayırım yapmamış aruz ve hece,
Birkaç örnek aldım örnek sadece,
Daha nice nice güzelleri var.
*
Divan şiirinde gazeldir adı,
Gönüllere şerbet okşuyor tadı,
Şimdilerde böyle yazan kalmadı,
Ozanlık şairlik sala düşmüştür.
‘‘Allah, Allah den, ğazilə r, ğazilə r deyə n şah mə nə m.
Qarşu gə lün, sə cdə qılun, ğazilə r deyə n şah mə nə m.
Uçmaqda tuti quşuyam, ağır lə şgə rlə r başıyam,
Mə n sufilə r yо ldaşıyam, ğazilə r deyə n şah mə nə m.
Nerdə ə kə rsə n bitə rə m, xanda çağırsan, yetə rə m,
Sufilə r ə lin dutaram, ğazilə r deyə n şah mə nə m.
Mə nsur ilə darda idim, Xə lil ilə narda idim,
Musa ilə Turda idim, ğazilə r deyə n şah mə nə m.
Ə sir edin, bə ri gə lün, nо vruz edin, şaha yetün,
Hey ğazilə r, sə cdə qılun, ğazilə r deyə n şah mə nə m.
Qırmızı taclu, bо z atlu, ağır bir lə şkə r nisbə tlü
Yusif peyğə mbə r sifə tlü, ğazilə r deyə n şah mə nə m.
Xə tayiyə m al atluyam, sözü şə kə rdə n datluyam,
Murtə za Ə li zatluyam, ğazilə r deyə n şah mə nə m.’’
Murabba der isek türünde lider,
İçinde kaybolan kavrulur gider,
Manaya yol vuran bir bedel öder.
Anmak benim gibi kula düşmüştür.
‘‘Xubların sultanısan alə mdə , var, xan о l, yürü,
Aşiqin canında cansan, var, acanan, о l, yürü,
Sə n rə qibin mə clisində şə m kimi yan, о l, yürü,
Könlümüzü bizə ver də , Misrə sultan о l, yürü.
Yerdə qalmaz çün bilə sə n, ey mə lə k, ahım mə nim,
Yalqıza yardım edə r: vardır Allahım mə nim,
Bivə falıq rə smini ə ldə n gedə r şahım mə nim,
Könlümüzü bizə ver də , Misrə sultan о l, yürü.
Neçə kə rrə demə dimmi gözlə ri ahu sana,
Bivə falıq etmə mə k gə rə k idi canu sana,
Yürü, var ömrüm haman şimdə n gerü yahu sana,
Könlümüzü bizə ver də , Misrə sultan о l, yürü.
Ya ilahi, bilmə zə m kim, nо lisə r halım mə nim,
Könlüm aldı, müslimanlar, şimdi bir zalım mə nim,
Sevdigim, ömrüm, ə fə ndim, hey gülüm, balım mə nim,
Könlümüzü bizə ver də , Misrə sultan о l, yürü.
Ey Xə tayi, bulmadım bir yarü hə mdə m dünyada,
Ahü vahi keçdi ömrüm, neylə yim, mə n dünyada,
Sə rv kimi sə rkə ş о lasan haman sə n dünyada,
Könlümüzü bizə ver də , Misrə sultan о l, yürü.’’
Her şiir her ozan döner mi semah,
Sanatta zirveye oturan bir şah,
Terci-i bendleri kısalttım eyvah,
Sanmayın serhatte kala düşmüştür.
‘‘…………………………………..
Və sfi-yarə , ey Xə tayi, söz demə k şanımdadır,
Cilvə lə r qılmaq mə nim tə b’i-süxə ndanımdadır.
Hə mdə mim, hə mmə şrə bim də rdü bə la yanımdadır,
Yar içün ölmə k mə nim ayinü ə rkanımdadır,
О n sə kiz min alə min ə sması divanımdadır,
Kainatın sabitati qə srü eyvanımdadır,
О n iki şahzadə nin imlası pünhanımdadır,
Sayə salmış üstümə , mehri-dirə xşanımdadır,
Mustafanın ümmə tiyə m, sevgisi canımdadır,
Hə m Ə liyyə l-Murtə zanın də rdi də rmanımdadır,
Müftiyi-eşq öylə vermişdir bunun fitvasini:
– Ya çə k ə l sə rdə n, ya gə l cinlə tmə eşqin tasini.’’
Rübaisi bir hoş kıta'sı bir hoş,
Ne sakide mola ne kadehi boş,
Okuya okuya olmuşum sarhoş,
Güllerin içinde ala düşmüştür.
‘‘Ta badeyi-xо şgüvar var, ey saqi,
Ta vardır ə lində ixtiyar, ey saqi,
Bir dövr elə kim, dövrü dо lanmış dövran
Nə badə qо yar, nə badə sar, ey saqi.’’
‘‘Eşq də ryasında qə vvas о lmasan mə rdanə var,
Keçmə namə rd körpüsündə n, qо y aparsın su sə ni.
Dün bə növşə seyr edə gördüm nihani gə şt edir,
Dilbə rim ə gninə geymiş bir qə bayi-susə ni.’’
Türk nazım türünden tuyuğlar aldım,
Okurken derince düşlere daldım,
Hatayî ardından bin selam saldım,
Sözü çiçek çiçek bala düşmüştür.
‘‘Mə n Hüseyni mə zhə bə m, şahın qulu,
Yə ’ni kim, mə ’nidir Allahın qulu.
Ey Xə tayi, padşah о lmaz kişi,
О lmayınca uş bu də rgahın qulu.
Zatın Allah mə zhə ridir, ya Ə li,
Kibrü kin sə ndə n bə ridir, ya Ə li.
Bu Xə tayi qeysə rü xaqanü Cə m
Qə nbə rinin Qə nbə ridir, ya Ə li.
Gə r Ə linin mülki-insandır yeri,
Də r hə qiqə t ə rşi-rə hmandır yeri,
Ey Xə tayi, kimdə var mehri-Ə li,
Rə hmə ti-hə q, baği-rizvandır yeri.’’
Koşmadan koşmaya geçiyor nazı,
Kopuzca nameler okuyor sazı,
Dağlara taşlara yürür avazı,
Bülbül diken üstü dala düşmüştür.
‘‘Könül, nə gə zirsə n seyran yerində ,
Alə mdə hə r şeyin var о lmayınca? !
О lura-о lmaza dо st deyib gə zmə ,
Bir ə hdinə bütün yar о lmayınca.
Yürü, sufi, yürü, yо lundan azma,
Elin qeybə tinə quyular qazma,
Yо rulma bihudə , bо şuna gə zmə ,
Yanında mürşidin var о lmayınca.
Qalxdı, havalandı könlün quşu,
Qо vğa, qeybə t etmə k kötünün işi,
Ustadın tanımaz bunda hə r kişi,
О nun kim mürşüdü ə r о lmayınca.
Varub bir kötüyə sə n о lma nökə r,
Çə rxinə də gə r də , dо lunu dögə r,
Nə xudadan qо rxar, nə hicab çə kə r,
Bir kötüdə namus, ar о lmayınca.
Şah Xə tayim edim bu sirri bə yan,
Kamilmidir cahil sözünə uyan?
Bir başdan ağlamaq ömrə dir ziyan,
İki başdan mühibb, yar о lmayınca.’’
Ne kimliği sahte ne dili sahte,
Geraylı çağırır kökü tarihte,
Gösterir vefayı gösterir ahde,
Hatayî ne mala pula düşmüştür.
‘‘Dil ilə də rvişlik о lmaz,
Halı gə rə k yо l ə hlinin.
Arıların hə r çiçə kdə n,
Balı gə rə k yо l ə hlinin.
Keçmə k gə rə k dörd qapıdan,
Qurtulasan mürə bbidə n,
Mürə bbidə n, müsahibdə n
Ə li gə rə k yо l ə hlinin.
Mə n gə zə rə m də rdli-də rdli,
Ötə r firqə tli-firqə tli,
Bülbül kimi ünü dadlı
Dili gə rə k yо l ə hlinin.
Mə n gə zə rə m ayıq-ayıq,
Də ryalarda о lur qayıq,
Bülbüllə ri şaha layıq,
Gülü gə rə k yо l ə hlinin.
Xə tayim der: – Quşaq quşan,
Tо z о lur türaba düşə n,
Budur də rvişliyə nişan;
Yо lu gə rə k yо l ə hlinin.’’
Güney Anadolu bir gönül ili,
Varsağı okuyor şen olsun dili,
Bir güneş misali yanar kandili,
Yaydığı ışığı yola düşmüştür.
‘‘Qaibdə n də lil göründün,
Də də m, xо ş gə ldin, xо ş gə ldin.
Bizi sevib sevindirdin,
Də də m, xо ş gə ldin, xо ş gə ldin.
İki can idik, birlə şdik,
Mə hə bbə t qapısın açdıq,
Şükür didara irişdik,
Də də m, xо ş gə ldin, xо ş gə ldin.
Üstümüzə yо l uğratdın,
Gövhə r aldın, gövhə r satdın,
Ə rliyni isbat etdin,
Də də m, xо ş gə ldin, xо ş gə ldin.
Bir ağacda güllə r bitə r,
Dalında bülbüllə r ötə r,
Şahıma bə rgüzar gedə r,
Də də m, xо ş gə ldin, xо ş gə ldin.
Böylə , Şah Xə tayim, böylə ,
Pirim də stur versin, söylə .
Şaha mə ndə n niyaz eylə ,
Də də m, xо ş gə ldin, xо ş gə ldin.’’
Arayanı bulur şah-ı berceste,
Nice şiirleri yapılmış beste,
Destelemiş manileri üst üste,
Deli gönül haldan hala düşmüştür.
‘‘Xə tayi, can arxına,
Ə hli-ürfan arxına.
Mə ’rifə tdə n su gə lib,
Tökülür can arxına.
Xə tayiyə han gə ldi,
Mürdə cismə can gə ldi,
Yə ’qubi-zar о lmuşam,
Yusifi-Kə n’an gə ldi.
Xə tayiyə m, xə ttaram,
Hə q sirrinə sə ttaram,
Hə kimlə rin də rmanı,
Tə biblə rə ə ttaram.
Xə tayiyə m bir halım,
Ə lif üstündə dalam.
Sufiyə m tə riqə tdə ,
Hə qiqə tdə abdalam.
Xə tayim, ver cə vablə n,
Qırmızı gül gülablə n,
Sə ndə n can ə sirgə mə m,
Zira kim, bir hesablə n.
Xə tayi, işin düşə r,
Gə lib-gedişin düşə r,
Dişlə mə çiy löqmə ni,
Yerinə dişin düşə r.’’
Ezelden var idik aslımız kam Türk,
Nice devlet ile ne hanlar gördük,
Son olur mu bilmem tarihte bir ilk,
Kızıl Başbuğ Şah İsmail Hatayî.
Börkü kızıl giyer atası şanlı,
Türkmen töresinde bir delikanlı,
Savaş meydanında kılıcı kanlı,
Kızıl Başbuğ Şah İsmail Hatayî.
Aslan yüreklidir burma bıyıklı,
Güttüğü davayla barışık aklı,
Bilge Kağan gibi ülküsü farklı,
Kızıl Başbuğ Şah İsmail Hatayî.
Yıldırım, kasırga, sel olup akan,
Ne oturup kaldı ne bildi mekân,
Acemin mülküne oturan hakan,
Kızıl Başbuğ Şah İsmail Hatayî.
Ordunun başında şair komutan,
Kıyar mı canına can olur vatan,
Öyle bir güneş ki kavurup atan,
Kızıl Başbuğ Şah İsmail Hatayî.
Yücelik yakışır aslı yüceye,
Işığı düşmüştür zifir geceye,
Vuslatî adını döktü Gülce’ye,
Kızıl Başbuğ Şah İsmail Hatayî.
Osman Öcal
-
Kaygusuz Abdal (GÜLCE-BULUŞMA)
-I-
Dillerde söylence, gönülde sultan,
Yüz yılları aşmış Kaygusuz Abdal.
O bir halk ozanı, ölümsüz destan,
Sınırları taşmış Kaygusuz Abdal.
Doğum yaşam ölüm gizlerle dolu,
Yolu mutasavvıf Yunus’un yolu,
Kutlu bir sevdadır can Anadolu,
Zirveye ulaşmış Kaygusuz Abdal.
Alevi-Bektaşi halk şiirinden,
Nicesine nasip verir derinden,
Alıp irşadını Musa pirinden,
Çok yeri dolaşmış Kaygusuz Abdal.
Ağaca, yola, çiçeğe
Suya, toprağa, ateşe
Bir güney rüzgârıdır dokunan nefes.
Zaman, Türk Selçuklunun altın çağı,
Saat, Alanya kalesinde duran güneştir…
Bey oğludur sığmaz ele avuca,
Bey oğludur yanar ateş,
Akdeniz ufuklarında.
Hüsameddin Mahmud oğlu bir yiğit
Çelik bilek,
Tunç yürek,
Gözü pek…
Alâattin derler, demesine amma
Dönüp geri gelmez inandığı yoldan,
Işık ve umut fışkırır göz uçlarından…
Bir gün dağdan dağa avlanır iken,
Gözüne bir ahu görünür birden.
Sadağından bir ok sürer yayına,
Rüzgâr vınlamasında bir ses
Bin sese kavuşur al ateş içinde
Sürüp gider avuçlarından...
Sol koltuk altından vurulan avı
Yetip almak ister yorulan avı.
Kan izini sürüp varır dergâha,
”Görmedik der herkes” sorulan avı.
Görmedik!
Görmedik!
Göz vardır görmez görüleni zaten,
Göz var göz göz olmuştur gözlerde göz.
Çıkar sessiz sedasız içerdeki dergâhtan
Tekkenin sahibi bir Abdal Musa,
Sorup sual eder der Abdal Musa:
‘O oku görünce tanır mısın sen? ’
Gösterir yerini Pir Abdal Musa.
Pirin koltuğundaki saplanmış oku
Görünce bey oğlu kendinden geçer,
Sarayı, şöhreti bırakıp dergâhı seçer
Abdal Musa’nın müridi olur, kapılanır.
Burada yetişir,
İlmini,
Kaygusuz adını,
Abdal unvanını burada alır.
Anadolu’nun birçok yerini,
Rumeli’de Yanya, Filibe, Manastır’ı gezer
Gezer dolaşır Hicaz, Necef, Suriye, Irak’ı
Tekke açar Mısır’da
Ve hacca uğrar…
Sınır ötesi dillere bakarsan şayet
Mısır’da asude bir yatıştır sessiz çığlıklarda bekleyişi.
Alanya kalesinde duran güneşe bakarsan
Elmalı Tekke köyünde,
Piri Abdal Musa yanındadır insan insan.
Ardıç ağaçlarına konan kuşlardadır sesi
Ve çekilen semahlardadır dönüşü, yanışı.
Anadolu erenlerinin mührü vurulmuştur alnına,
Anadolu ışıltılı ses olur dilinde
Açılanda dil kilidi,
Cümle erenler misli hoş sohbet, mütebessim
Ve ders vericidir sözleri,
Der ki:
“Ergene'nin köprüsü
Susuzluktan bunalmış
Edirne minaresi
Eğilmiş su içmeğe
……………………
Kelebek buğday ekmiş
Manisa ovasına
Sivrisinek derilmiş
Irgad olup biçmeğe’
‘‘Kaza verdik birkaç akça
Eti kemiğinden pekçe
Ne kazan kaldı ne kepçe
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz’’
Diyen “Bizim Kaygusuz” işte
Bizim Gaybî bu,
Beyoğlu olmaktan istifa edip
Bir eşiğe bendolan,
Süslü kaftanları çıkarıp
Eriyip, gayb olan
Kısaca Kayguz Gaybî olan…
Abdal Musa ile başlayıp gelen,
Adına lokma yiyen dost sahibidir.
Tamamı on iki diye bilinen,
Bektaşi postundan post sahibidir.
-II-
Divan, Gülistan, Gevher-nâme,
Üç ciltlik Mesnevi
Ve Minbernâme;
Budalanâme,
Kitab-ı Miglate,
Ve Vücûdnâme;
Dilgüşâ,
Risale-i Kaygusuz Abdal
Ve Saray-nâme…
İşte bize bıraktığı eserler bunlar,
Bunlar hazine, bunlar ölümsüz.
Bunlar, gerçekte kaygulu Kaygusuz’dan kalanlar.
Aruz da var, hece de şiirlerinde
Taşlaması yergisi müthiş
Hele ki ham sofuya kızgınlık
İnce alay, ateş topu kelam…
O bir abdal,
Bu çağdan, buralardan
Güneye Abdal Musa’ya
Ve de Kagusuz’una buralardan selam…
Saçını,
Sakalını,
Bıyığını,
Kaşını kestirip gezer;
Hâsılı vesselâm…
Bir şiiri şöyle biter:
‘‘Sakalımla kaşımı bıyığımla başımı
Hak onara işimi bu sakalı kırkarım
Kaygusuz Abdal menem fartu fartu bilenem
Bir tüyünü koymanam bu sakalı kırkarım’’
Eşin olsa da koyar ömür boyu uykusuz,
Bakın hele ne diyor koca ozan Kaygusuz:
‘‘Eksik avradın kötüsü dizini dikip oturur
İşinin kolayın bulmaz yüzünü yıkıp oturur
Boğaza takmış akıkin aşına bulmaz kekiğin
Yeni donunun söküğün dizine takıp oturur
Ayağında meşin mesi kolunda gümüşün başı
Soyunmaya elbisesi taşraya bakıp oturur
Yata yata karnı şişer eşinin başında işer
Bitler kanatlanıp uçar sirkeye bakıp oturur
Çocuklar oynar aşığı köpekler yutar bulaşığı
Karga da kapmış kaşığ havaya bakıp oturur
Başa bağlamış emiri rençberler sever demiri
Danalar yemiş hamırı tekneye bakıp oturur
Kaygusuz aydır atılmaz pazara çeksen satılmaz
Soyunup koyna yatılmaz bir manda çöküp oturur’’
Bir cuma namazında vaiz;
Saçına sakalına bakıp
Laf vurur Kaygusuz’a:
‘‘Sakalını kırkan, üryan olanlar uçmağ'a giremez’’ deyince,
Gönlü huşa gelir şöyle der saygısıza:
‘‘Eyâ akl ile irfanum deyenler
Eyâ mülke Süleymânum deyenler
Eyâ bildüm deyenler cümle hâli
Eyâ vardum deyenler doğru yolı
Hakk'ı bildim deyû irşâd edersin
Tepersin Minberî feryâd edersin
Ne bildün neye irdün işbu hâlde
Akıllar mât olubdur iş bu hayâlde
Buna akl ile kimse irmemiştir
Göziyle Hakk'ı kimse görmemiştir
Bu bir deryâdürür âkıllar irmez
Özinden giçmiyen Rabbını bilmez
Dilersen bulasın kevn ü mekânı
Özinden fâriğ ol Rabbini tânı
Ki sen senlügünî gider arâdan
Bilürsen ât seni kimdür Yarâdan
Sen û ben eylemez ol kim kişîdür
Sen û ben eylemek Şeytan işîdür
………………………………………
Özin bilen kişi oldı haberdâr
Hemân bir vücûddur bir cân ne kim var
Sözi ko fâriğ ol Kaygusuz Abdal
Bu özden açîlur bunca kıl u kâl’’
Gezdiği yerlerin doğal konumlarını,
Özelliklerini, halkını, beğenilerini,
Gülmece türüyle anlatır dizelerinde.
‘‘Düpdüz bu yaş ovalar her biri boş durmasa
Sulu şeftalisi çoğ bin üzümlü bağ olsa
Kaygusuz Abdal otur kimin ye kimin götür
Sofiye koz kalmadı abdala kaymağ olsa’’
‘‘Kaygusuz Abdal bulunca
Gel otur pilav gelince
On tekne hamur halince
Bir onarı çöreğ olur’’
Şiirlerinde Kaygusuz, Kaygusuz Abdal,
Bazılarında Sarayî adını kullanır.
‘‘Miskin Sarayî kıydın
Kul oldun sen nefsinde
Senin hırs ü hevesin
Tuttu seni fak gibi’’
Asıl adının Gaybî olduğunu
Kendi diliyle kendisi söyler.
‘‘Alai Gaybi bundan tekke kılmaz
Hakk’ın fazlıdürür ancak dayağı
Sözünü Kaygusuz arife söyle
Ne bilsün sükkeri dana buzağı’’
O, pirine kapılanıp,
Kalmıştır uzun süre yanında.
Piri için söylediği bir şiiri şöyle biter
Yıllar, yıllar sonra:
‘‘Benim bir isteğim vardır Kerim'den
Münkir bilmez evliyânın sırrından
Kaygusuz'am ayrı düştüm pirimden
Ağlar gelir şahım Abdal Musa'ya’’
İslam’la tasavvuf ilmine sahip,
Bilir yeri göğü anlar tüm arzı.
Bir şiirde teker teker sayarak
Ve şöyle tamamlar olanca farzı.
………………………………….
‘‘Kaygusuz Abdal’ın bildiği böyle
Noksanı var ise, doğrusun söyle.
Su bulunmaz ise, teyemmüm eyle
İki darp, bir niyet; üçtür efendi’’
Şiirleri var Tanrı ile konuşur,
Anlamaya ön yargıyı silmek gerek.
Kaygusuz’u çözmek için,
Şiir dilini, hikmetini bilmek gerek.
Çözenlere bir ibretlik,
İşte aldım birkaç dörtlük.
‘‘Kıldan köprü yaratmışsın
Gelsün kullar geçsin deyu
Hele biz şöyle duralım
Yiğit isen geç a Tanrı’’
‘‘Katran kazanını döküver gitsin
Mü'min olan kullar didara yetsin
Emreyle yılana tamuyu yutsun
Söndürsün tamuyu bundan sana ne’’
‘‘Allah Tanrı Yaradan
Gel içegör cur'adan
Yar ile yar olagör
Çıksın ağyar aradan’’
Kaygusuz sevdalıdır diline;
Allah’ın Cebrail ile Türkçe konuştuğunu,
Hazreti Âdem’e ilk Türkçe öğretildiğini savunur.
‘‘Hak buyurdu Cebrail’e var didi
Âdem’i cennet içinden sür didi
Geldi Cebrail Âdem’e söyledi
Hak buyurdıgın ayan eyledi
Cebrail didi çıkgıl Uçmak’tan Âdem
Tanrınun buyrugı budur işbu dem
Niçe ki söyledi hergiz gitmedi
Cebrail ün sözini işitmedi
Türk dilin Tanrı buyurdı Cebrail
Türk dilince söylegil dur git digil
Türki dilince Cebrail hey dur didi
Durugel, uçmağın terkin ur didi’’
Namaz kılıp kılmadığı hakkında
Dedikodu yapılır.
Yarı alay yarı öfke
Ve Emir efendiye söyle bir cevap verir:
‘‘Ey Emir efendi bana
Dahı namaz sorar mısın
Dur haber vireyim sana
Dahı namaz sorar mısın
Yanar yüregüm od'dur
Bilmeyene müşkil dertdür
Sabah namazı dörtdür
Dahı namaz sorar mısın
Gâh aglaram gâh gülerem
Tanrımdan hacet dilerem
Ögleyi hem on kılaram
Dahı namaz sorar mısın
Namaz sorucusun bildüm
Teftiş itdüm bende buldum
lkindiyi sekiz kıldum,
Dahı namaz sorar mısın
Ahşam namazı hod beşdür
Anı kılmak bize hoşdur
Yatsı namazı on üçdür
Dahı namaz sorar mısın
Gündüzle gice kırk rek'at
Onyidi farz yigirmi sünnet.
Vitir vacib üç rik 'at
Dahı namaz sorar mısın
Adumı sorarsan fakıdür
Mektebde çocuk okıdur
Cum 'a hem Bayram ikidür
Dahı namaz sorar mısın
Efendi sarıgun degirmi
İşit kulagun sagır mı
Teravih namazı yigirmi
Dahı namaz sorar mısın
Zatumdan hayran oluram
Farz u sünneti kıluram
Bir yıllık namazı bilürem
Dahı namaz sorar mısın
Camilerde olan imam
Bunu bilmez çogı tamam
Dörtbin altıyüz seksen selam
Dahı namaz sorar mısın
Kimine vacibdür zekât
Kimine vacibdür salât
Yidibinbişyüz altmış tahiyyat
Dahı namaz sorar mısın
Pirimüzden olsun himmet
Yaradan Allah 'a minnet
Yidibin ikiyüz Sünnet.
Dahı namaz sorar mısın
Tamam oldı çünki namaz
Kimini okı kimini yaz
Altıbin yüzyigirmi farz,
Dahı namaz sorar mısın
Kamillerde olır irfan
Göster hoca bende noksan
Vitir vacib bin seksen
Dahı namaz sorar mısın
Bir namaz vardur cenaze
O da gelir bir gün bize
Kaygusuz gibi akılsuza
Dahı namaz sorar mısın’’
-III-
Bütün eserlerinde Vahdet-i Vücûd saklı,
Tasavvuf okyanusu dalga dalga Kaygusuz.
Ve zikrin bayramında en baş halka Kaygusuz,
Dört kapı kırk makamın cemindeki gül haklı.
‘‘Küfür benem imân benem cümle vücûdda cân benem
İnkâr idene sor yine zann ü gümân degül miyem
Zühd ü tâ’at benem ben uş hacc ü zekât benem ben uş
Sıdk-ıla bak gör beni kim nûr-ı îmân degül miyem’’
‘‘Bilen bilür bilmeyen bilmez bilüri
Sen seni bilmez isen bula-gör bir bilüri’’
‘‘Günde beş vakit namaza hâzır ola
Hakk ne kim virse ana şâkir ola
Uşda budur şeriat şartı hemân
Tarikat’dan dahı işit bir nişân’’
‘‘Menzilün irişe lâ-mekâna
Ki kalmazsın nam ü nişâna
Muhammed’ün mi’râcın bilesin
Müslümânlarun haccın bilesin’’
‘‘Âşıka her mekân Mekke olubdur
Mekke bilmeyene sevdâ olubdur
Kimine deyr dahı Mekke olubdur
Kimine „acâ’ib sevdâ olubdur’’
‘‘Gökde Ahmed yirde Muhammed adı
Cennet ehli adına Kâsım didi
Taht-ı Serâ’da adı Mahmûd anun
Kıblesidür ol bu cümle insânun
Ol habîbu’l-lâh adı hayrü’l-beşer
Aslı oldur dü cihânda ne ki var
Sen bu sırrı ol kişiye sor kim ol
Mustafâ sırrına âkil buldı yol’
‘‘Erenlerün sohbeti arturur marifeti
Bi-derdleri sohbetden herdem süresüm gelür’’
‘‘Çün âdemsin hikmete zulm eyleme
Bir söz ki akla ziyândur söyleme
Ârif isen yile virme fursatı
Bilmek istersen bu ilm ü hikmeti’’
‘‘Bizi cehenneme lâyık görenler
Yeri cennet, makâmı gülzâr olsun
Bizi her kim ki bunda zemm ederse
Şefâatçi ona Muhtâr olsun
Kaygusuz Abdal’a her kim sögerse
Onun Hakk’ından nasibi dîdâr olsun’’
‘‘Işk ile tabl-ı melâmet çalagör.
Dünyâ murdardur elünden salagör
Pûtiya düşmek dilersen okını
Ma’ni-yi ma’na bilenden alagör’’
‘‘Eyâ Sultan ki ebed Kadîm’sin
Bu cümle iş içinde sen Hakîm’sin
Virürsün cümle maksudun cümle tâlibe
Senün işin keremdür sen Kerîm’sin’’
‘‘Bu sarayâ âdem oldı pâdişâh
Suret-i âdemde geldi bunda şâh
Âdemi kendüye nikâp eyledi
Âdemün gönli içinde söyledi
Çün gönül Hakk’un evidür iy safâ
Beyt-i Hak didi gönle Mustafâ
Cümle ilmün hem kabı olmış gönül
Nutk-ı Hak gönle eyler hem nüzûl
Ol ki nutkın âdeme cân eyledi
Kendüyi gönülde pinhân eyledi
Bu gönülün sırrunı sen iy yigit
Gel berü Kaygusuz Abdal’dan işit’’
‘‘Misâfir dervişem gezdüm cihânda
Teferrüc eylemişem her mekânda’’
‘‘Yol erinün ayagına toprak ol
Yol erine kostak olma müştâk ol’’
‘‘Bu hikmetün aslını insân bilür
Zîrâ insân edeb ü erkân bilür’’
‘‘Tevhîdi her kim ki bildi cân olur
Bu sarâyun halkına sultân olur’’
‘‘Lâ-mekândan size vireyin nişân
Söyleyüben size bir dürlü beyân
Yidi Tamu sekiz Uçmag hayr ü şer
Hûr u gılmân dünyâ âhiret sîm ü zer
Nakş ü sûretler ki vardur ortada
Anâ irdi akıllar dünyâda
Ol nişânlar ki nebîler söyledi
Bu kitâplar ki anı şerh eyledi
Zâhir ü bâtın ki dirler her sıfât
Ne hayât olmışdı henüz ne memât
Bu sıfatlar ki birlik idi bir ile
Velî olıcak idi takdîr ile’’
‘‘Geh olur „âlemü’l-esrâr olursın
Gehî Ahmet gehî Haydâr olursın
Gehi Âdem gehî Şît gehî Eyyûb
Gehî Mûsâ olursın gehî Şu’ayyûb’’
‘‘Şâhid ü gayb âşikâr oldı görün
Sûr çalındı dur ahı bir durun
Va’de tamâm oldı gâfil dur uyan
Birlige birikdi cânân ü cism ü cân
Birlik oldı gel ki gitdi ayruluk
Birlige birikdi cümle âz u çok
Mülk bir oldı Sultân birdir hemân
Birlik oldı cümle varlık câvidân’’
‘‘Cihân başdan başa küllî nûr oldı
Her eşyâda hakîkat menşûr oldı
Dahı her bir sadâ kıldı ene’l- hak
Rûşen oldı bu ma’nî sırr-ı muglak’’
‘‘Kamu âlem birikdi bir yüz oldı
Kamu dil söyledügi bir söz oldı
Topraklar kimyâ taşlar gevher oldı
Dahı yok kalmadı küllî var oldı
Kamu eşyâ Hakk’ı gördi mu’âyin
Hakikât birlige batdı vücûd cân’’
‘‘Gel bu hasûdluk kirinden gönlüni yu iy sofî
Dışarunı yuyuban içerüni murdâr eyleme’
‘Kalmaya bu dört kapuda müşkili
Pîr gerek kim söyleye cümle dili’’
‘‘Genc-i ezelem sûrete insân ile geldüm
Pinhân giçerem bu cism-i vîrâna düşelden
Ben ol filânum sırr-ıla seyrâna gelmişem
İnsândur adum sûret-i insâna düşelden’’
‘‘Hak’a minnet bu gün Sultan’ı gördüm
Bî-hicâb cism içinde cânı gördüm
Zerre idüm nâ-gâh şems’e irişdüm
Katre mahv oldı ben ummânı gördüm’’
Çokları bir eyleyen ışığın raksında,
Gölgenin kaygısına aldırma geç yelkovan.
Eriyip doğuranda toz ederek zamanı,
Saray sütunlarını yuvarla toz toprağa.
Selam olsun Alanya Beyinden Elmalı’ ya,
Abdal Musa dergâhına selâm olsun…
Güneyde, Akdeniz’de Tekke Köyde bir ağaç,
Asırlara kafa tutup dua dua yeşil yeşil gülümser.
Abdal Musa dergâhına bahar inmiş usulca,
Ellerinde çiçekle Kaygusuz’unu bekler.
Gelsin…
Gelsin canlar, can içre can olup gelsin.
Kaynayan kazanlarda hikmet lokması,
Yiyen hoşça baksın âleme,
Gülümsesin…
Benim içimde kaynayıp durur,
Doğduğum günden beri kazan.
İçinde, bendeki ben varım,
Kaynatırım, kaynatırım kaynamaz…
Geçerim Kaygusuz’la yokuşlardan, köprüden
Ve kokulu elmaların bahçelerinden
Ağlayarak geçer giderim…
Osman Öcal
-
Bu paylaşımda Türkçemizin korunmasında büyük emekleri olan, şiirlerini Türkçe ile yazıp söyleyen, geçmişten günümüze ozanlarımızın, aşıklarımızın, şairlerimizin hayat hikayelerini almaya çalışacağım.
Ayrıca herbirinin bir manevi yaşamı var ki, çalışmlarımda geçen bazı mezhem, tarikat isimleri vs. yanlış anlamaya meydan vermesin isterim. Değerli kandaşlarım, bizim açımızdan önemli olan SES BAYRAĞIMIZA BAYRAKTARLIK YAPMIŞ OLMALARIDIR.
Osman Öcal
Devletimizin ve cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Başbuğ Atatürk :
"Cumhuriyet sizden “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller ister." diyerek Türk gençlerini her türlü bağnazlık ve yobazlığa karşı uyarmıştır.
Yobazlık sadece insanları kendi çıkarları doğrultusunda dine( çarpık ve sahte kişisel çıkar düzeni demek daha doğru olur) teşvik etmek değildir. İnsanların inanış, düşünüş ve yaşayış biçimlerine (buna da dindarlık demek daha doğru olacaktır.) müdahelede bulunmak da yobazlıktır.
Bu otağda yer alan herkes (ve bundan sonra yer alamak isteyenler de) Türkçülüğü Türk Milletinin değerlerine karşı açılmış bir savaş gibi anlamayacak, anlatmayacak, algılamayacaktır.
Bizim Türkçülükte ki yegane esin kaynağımız ve fikrilerimizin önder ve rehberi Başbuğ Atatürk ve Uluğ Bilge Atsız Ata'dır.
Türkçülüğü;
Türk Milletinin inançlarına sövüp saymaktan; (eleştiriye bir sözümüz yok)
Osmalıya sövmek ve reddetmekten; (eleştiriye bir sözümüz yok)
Bir siyasi partiye (MHP'ye) ve sövmekten; (eleştiriye bir sözümüz yok)
İbaret gören herkesi Türkçülük dairesi dışında görmekle kalmayıp; bu eylemlerin faillerini şayet cahilliklerinden değilse -ki bu cahilleri yönlendiren birilerinin olduğundan eminiz- düpedüz etki ajanlığı yapmak, Türkçülüğü dezenforme ve manipule ederek Türk Milletinin nazarında sevimsiz kılmaya çalışmak olarak sıfatlandıracağımız ihanetçiler olarak değerlendirmekteyiz.
Bu satırları yazmaktaki kastım; bir eğitimci, şair, dilci (Türkçeci) ve bunların hepsinden de öte katışıksız bir Türk ve Türk Milliyetçisi, olduğundan zerre şüphe duymadığım sayın Osman Öcal Beğ'in:
Ayrıca herbirinin bir manevi yaşamı var ki, çalışmlarımda geçen bazı mezhep, tarikat isimleri vs. yanlış anlamaya meydan vermesin isterim.
İfadeleridir.
Bu ifadeler bir tereddütün, yanlış anlaşılma endişesinin, daha önceleri birileri tarafından Türkçülüğün dışına itilmeye ve suçlanmaya maruz kalmanın yürek yangısı ve geçmişin sıkıntılarını bir daha yaşamak istememe temkinine dayalı tedirginliğidir.
Yeter artık! Ayıptır, günahtır.
Şayet bu satırları okuyanların damarında zerre Türk kanı varsa ve yüreğinde Türklüğe dair en küçük bir kıpırtı duyuyorsa lüften, Tanrı aşkına, yaptıklarına Türkçülük adını takarak Türk milletinin değrlerini aşağılamaktan, Türkçülüğü sevimsiz ve öcü gibi göstermekten vazgeçsin, yapanları da vazgeçirtsin!!!
Sayın Osman Öcal Beğ,
Siz gönlünüzü ferah tutun ve bizlerle paylaşmak lütfunda bulunduğunuz kıymetli yapıtlarınızı dilediğinizce ifade edin.
Bu otağda yer alan Gökbörüler;
"Cumhuriyet sizden “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller ister."
diyen Başbuğ Atatürk'ün ve Uluğ Bilge Atsız Ata'nın yolundan ve izinden bir milim dahi sapmayacak, Türklüğün bütün değerlerini baştacı edinmiş Türkçülerdir.
Engin paylaşımlarınızı büyük bir beğeniyle okuyoruz sayın Osman Öcal Beğ.
Elinize, kaleminize ve yüreğinize sağlık!
Sağlık ve esenlik dileklerimle...
TTK.
-
''Bu ifadeler bir tereddütün, yanlış anlaşılma endişesinin, daha önceleri birileri tarafından Türkçülüğün dışına itilmeye ve suçlanmaya maruz kalmanın yürek yangısı ve geçmişin sıkıntılarını bir daha yaşamak istememe temkinine dayalı tedirginliğidir.''
Teşekkürler Üçoklu Börü Kam Beg. Evet bu durumu iki kez yaşadım malesef. Ne gariptir ki adımın Osman olması bile rahatsızlık vermiş olacak ki itiraz edildi. Bu itiraz paylaşımının altında site tarafından konulmuş Osman Batur'un resmi ve ismi bulunmasına rağmen. Tahminim öyleki bu tür paylaşımcı kardeşlerimiz henüz çok çok gençler ve olgunlaşmamışlar henüz. Yetmişli yılları hatırlıyorum da ne kadar hareketliydik. Adeta deli kurşun gibiydik. Olayları tam anlamadan, sorgulamadan eserdik deli rüzgar gibi.
Bir not: Türk milleti tarih boyunca hiç bir zaman ateist olmamıştır. Manevi yönden hep dolu olmuştur, Şaman olarak, Budist olarak, Müslüman olarak, Hıristiyan olarak. Bizi bir araya getiren hiçbir dine mensup değil iken de var olan kimliğimizdir. Bu kimliği sahiplenirken aynı kimlik altında ama farklı inançları olan insanları dışlamak Türk birliğine zarardan başka bişey değildir. Tüm Türkçüler olarak bunun bilincinde olmalıyız. Amaç, Romanya'daki, Gagauzya'daki, Turuva'daki, Altayda'ki Türkle Doğu Türkistandaki Türkü birlikte düşünmeye, birlikte hareket etmeye sevketmek ise kimsenin inancıyla alay etmeden, hor görmeden bu davaya sarılmalıyız. Yoksa ortaya ateist bir Türk gençliği çıkar ki benim görüşümce çok tehlikelidir.
Sizin tesbitleriniz çok yerinde tesbitler. Tekrar teşekkürlerimi gönderiyorum. Esen kalınız.
-
Kazak Abdal (GÜLCE-BULUŞMA)
Osmanlı toprağı Romanya eli,
Dobruca ozanı Türkmen künyeli,
Gerçek adı Ahmet Türkçedir dili,
Ozanlar içinde bir Kazak Abdal.
Tarihin gizinde kapalı kalan,
Sayısız değerden birisi olan,
Her iki yüzyıla namı kaydolan,
Ozanlar içinde bir Kazak Abdal.
Şiirlerinin dili, bulunduğu cönkler
Nesilden nesile kalan söylence;
Muğlâkça yanıt,
Yaşam öyküsüne sayılan kanıt.
On altıncı yüzyıl ya da on yedi,
Deliorman dergâhından Demir baba
Evlatlık alarak adını verdi.
Bir bilinmez, geldiler mi yan yana
El alıp mürit oldu Balım Sultan’a,
Ozanlar içinde bir Kazak Abdal.
Nerede ne için sade söylence,
Gönül fırtınası yağıp esince,
Alır mahlasını sakal kesince,
Ozanlar içinde bir Kazak Abdal.
Denizli Sarayköy köyü Uyanık,
Türbesi ayakta dergâhı sanık,
Bakımsız haline görenler tanık,
Ozanlar içinde bir Kazak Abdal.
Hece hece, mısra mısra,
Şiir şiir belli mihengi,
Ali’ye sevdalı, var m’ola dengi.
Bektaşi şairi, şahidi kendi
Ozanlar içinde bir Kazak Abdal.
‘‘Benim pirim Hacı Bektaş Veli'dir
Pirim piri Şahımerdan Ali'dir
Seyyit Ali Sulta’nın kendisidir
Mürsel Baba oğlu Sultan Balımdır
Erenlerin lokmasından yer isen
Gerçek imamların aslı der isen
Dinle pendi sana derim er isen
Mürsel Baba oğlu Sultan Balımdır
Arslan gibi apıl apıl yürüyen
Kendi özün Hak sırrına bürüyen
Kepeneğin yanı sıra yürüyen
Mürsel Baba oğlu Sultan Balımdır
Mümin olan lokmasını yedirir
Her sözleri rumuz ile bildirir
Gümansız bil anı gerçek velidir
Mürsel Baba oğlu Sultan Balımdır
Kızıl Deli ocağında uyanan
Baştanbaşa yeşillere boyanan
Varıp pirin eşiğine dayanan
Mürsel Baba oğlu Sultan Balımdır
Mekân tutmuş Hanbağı’nda bucağın
Bulutlara ağıp tutan sancağın
Uyandırdı pirimizin ocağın
Mürsel Baba oğlu Sultan Balımdır
Kazak Abdal der rivayet eyledim
Üç yüz altmış er ziyaret eyledim
Bu da söz başı hikayet eyledim
Mürsel Baba oğlu Sultan Balımdır’’
Güldürücü dili alay ustası,
Verdiği mesajı gönül aynası,
Giyinmiş eynine abdal hırkası,
Ozanlar içinde bir Kazak Abdal.
Günümüz ulaşan az sayıda şiir,
Özgün bir söyleyiş, özgün bir buluş;
Yazında değişik bir ses,
Çağını aşan tutum köklü direniş.
Belli bir toplumsal düzende
Yaratılan insana ödün vermedi,
Kime sataşmadı, kimi yermedi;
Şiirleri güncel rahat okunur,
Dokunur.
Ozanlar içinde bir Kazak Abdal.
‘‘Ormanda büyüyen adam azgını
Çarşıda pazarda insan beğenmez
Medrese kaçkını softa bozgunu
Selam vermeğe dervişan beğenmez.
Âlemi tan eder yanına varsan
Seni yanıltır bir mesele sorsan
Bir cim çıkmaz eğer karnını yarsan
Camiye gelir de erkân beğenmez.
Elin kapısında karavaş olan
Burnu sümüklü hem gözü yaş olan
Bayramdan bayrama bir tıraş olan
Berber dükkânında oğlan beğenmez.
Dağlarda bayırda gezen bir yörük
Kim tımarlı sipah kimi ser-bölük
Bir elife dili dönmeyen hödük
Şehristana gelir ezan beğenmez.
Yaz olunca yayla yayla göçenler
Topuz korkusundan şardan kaçanlar
Meşe yaprağını kıyıp içenler
Rumeli bohçası duhân beğenmez
Bir çubuğu vardır gayet küçücek
Zum-ı fâsidince keyif sürecek
Kırık çanağı yok ayran içecek
Kahvede fağfuri fincan beğenmez.
Aslında neslinde giymemiş hâre
İş gelmez elinden gitmez bir kâre
Sandığı gömleksiz duran mekkâre
Bedestene gelir kaftan beğenmez.
Kazak Abdal söyler bu türlü sözü
Yoğurt ayran ile hallolmuş özü
Köyden şehre gelen bir köylü kızı
İnci yakut ister mercan beğenmez’’
Zaman olur dili sert,
Mazlumun canına ot tıkayanlara
Söyler de;
Kimi küfürlü bilir, kimisi mert.
Değişik kaynaklarda az farklı olan bir şiir,
Bilene bir dert bilmeyene bir dert.
‘‘Eşeği saldım çayıra
Otlayıp karnın doyura
Düşü görüp de hayıra
Yoranın da avradını
Köyüne sokma bed-huyu
Yıkar harap eder köyü
Ölüsüne meyyit suyu
Koyanın da avradını
Bir müfsidin bir gammazın
Birisi de var yemezin
Ölürse meyyit namazın
Kılanın da avradını
Derince kazın kuyusun
İnil inil inilesin
Kefen dikmeye iğnesin
Verenin de avradını
Dağdan odun getirenin
Mezarına götürenin
Iskatına oturanın
İmamın da avradını
Kazak Abdal ne söyledi
İşitenler hatm eyledi
Diyorlarsa kim söyledi
Soranın da avradını’’
Vuslatî okuyup yazdı böylece,
Türünün içinde yeni bir Gülce.
Abdal mahlasıyla ozan var nice,
Ozanlar içinde bir Kazak Abdal.
Osman Öcal
-
Âşık Garip (GÜLCE-BULUŞMA)
-I-
Gündüzü çiledir gecesi çile,
Benzemez âleme işi Garip’in.
Köz olsa ateşi döndürmez küle,
Akar boz bulanık yaşı Garip’in.
Kartal pençesini açıp yekûnu,
Boğar yüreğini hasret sökünü,
Nice bezirgânın çeker yükünü,
Ayılmaz sevdadan başı Garip’in.
Gariplerin vardır bir Şah Senemi,
Zor limana demir atan bir gemi,
Aşırır dalgalar gönlünde nemi,
Nice yerde mezar taşı Garip’in.
On altıncı yüzyılın ikinci,
On yedinci yüzyılın birinci yarısı;
Yine tarihin acizliği, yine söylencelere,
Hatta hikâyeye dayalı bir şair hayatı…
Şairden öte sazıyla sözüyle,
Hızır’dan bade içen bir Hak aşığı,
Alaz alaz közüyle…
Sevdası kabına sığmayan bir hasret vurgunu.
Doğum yılı, ölümü geçmemiş kayda,
Yok, hakkında somut bilgiler.
Tebriz, Kafkasya, Ortadoğu yaşadığı bölgeler…
Çok sayıda araştırmaya konu olan,
İlgilisi olarak ‘‘Âşık Garip’’ adlı bir opera bestelenen,
Hecenin sekizli on birli kalıplarıyla seslenen,
Yanık yanık Türkü Türkü asırları aşıp gelen,
Söylencelerde yanıp gülen bir âşık…
Şiirlerinde geçer Kars, Halep, Tiflis, Erzurum
Aynı kapıyı çalar, söze düşen her yorum.
Âşık Garip ile Şah Senem biyografik aşk hikâyesine
Konu olan bir hayat Türk yurtlarını tutan;
Türkçe şiirleri, sevda Türküleri tek kaynak;
Sevgi onda, hasret onda, acı gurbet yaşamında bir vatan…
Bir aşk hikâyesi dolaşır dilde,
Haz alır okuyan yaylada çölde,
Murat alır bülbül kırmızı gülde,
Bulunmaz benzeri eşi Garip’in.
Farklı hikâyeler, farklı varyantlar,
Farklı isimler, farklı mekânlar;
Türk yurtlarında farklı anlatılar.
Dilden dile ilden ile günümüze yansıyan
Araştırmacıların ifadesi:
Bir garip hikâyesi.
Asıl adı Resul Maksut diyen de var,
Babasının adı Hoca Ahmet,
Mehmet Sövdekar,
Hoca Maksut diyen de var.
Anası Banu Hatun, Hani olur zaman zaman.
Kız kardeşi Nergiz, Gülcemal, Güllü Han
Ya da Şehriban.
Kardeşi Haydar, doğum yeri Tebriz;
Anadolu’da Azerbaycan’da İran’da
Garip biziz biz Garip’iz…
Babası zengin bir tüccar,
Resul toy delikanlı.
Ölünce, yer mirasını, kalınca naçar;
Hangi işe el atsa kalır elinde.
Bir keramet, bir ekmek arar sazın telinde,
Beceremez…
Bir gün babasının kabri başında uyuya kalır,
Yetişir Hızır:
İçirip aşk badesini gösterir Senemi, Seneme de Garip’i.
Mecnuna döner, anlatamaz derdini;
Bakıp damla damla yaşına,
Anlar ki anası bir hal gelmiş başına.
Sorar, kalmasın ister ne gam ne keder.
Garip sazı alır eline söyle der:
‘‘Qadir haxtan nün bir dilek diledim
Şükür muradımı verdi ah menim
Cüme axşamında, cüme gününde
Erenler yerişti nezergâh menim
Genç yaşımda gördüm dünya qemini
Bu zalim feleyin serencamını
Nûş ettim röyada eşqin camını
Göründü gözüme doğru rah menim
Vaqe ede Resul'e buta verdiler
Doldurup camımı buta verdiler
Tiflis'te Senem'i buta verdiler
İşim oldu zikri illellah menim’’
Sorup sual edip derdi ne ise,
Anası Garip’i açmak istedi.
Senem’i bulmaya koca Tiflis’e,
Garip bülbül olup uçmak istedi.
‘‘Başına döndüyüm gül üzlü anam
Ana men Tiflis'e getmeli oldum
Bir dilberin eşqi düştü serime
Ana men Tiflis'e getmeli oldum
Elime almışam sedefli sazı
Felek yazdı mene bele bir yazı
Yuxumda görmüşem bir ala gözü
Ana men Tiflis'e getmeli oldum
Resul'am ahıma dağlar dayanmaz
Derdim çoxtur menim, kimseler bilmez
Cen ana bu yerler mene el vermez
Bacı men Tiflis'e getmeli oldum’’
Ana yüreği bu,
Biricik oğlunu salmak istemez gurbete.
Gönül ferman dinler mi,
Sazına dokunur Garip:
‘‘Bir aşktır düştü sineme
Sevdadır beni kınama
O Tiflis’te Şah Senem’e
Ana Tiflis diyarında
Kâğıtta gördüm suretin
Tanrı’dan çektim niyetin
Şah Senem’de ol lezzetin
Ana Tiflis diyarında’’
Çaresiz düşerler yola,
Derin kara dala dala,
Gerilerde kalır sıla,
Daha çok sıralı dağlar.
Basar boran yol üzülür,
Haydar ağlar kız büzülür,
Tele nağmeler düzülür,
Yolcuyu yoralı dağlar.
‘‘Vetenimden ettin meni didergin
Cerhin dönsün felek Heyderim ağlar
Bu duman bu çiskin bilmirem nedir
Her terefın necin qaralı dağlar
Göyden enir yere lapa lapa qar
Bacı qardaş ana üzüme baxar
Biz ölsek burada sensen günahkâr
Yarı saldın menden aralı dağlar
Kimimiz var burda bizi dindire
Kimsene yox halim yara bildire
Gorxum budu tufan bizi öldüre
Resul göksü qala yaralı dağlar’’
Yiğit deli yürek olur; sonunda
Bir kervana takılıp Tiflis’e varınca,
Söylenceye göre
Resul sazını sinesine basıp,
Dokunur, bir kadını görünce:
‘‘Başına döndüyüm qurban olduğum
Seher Tiflis dedikleri budu mu
Senem yarım melhem eyler yaraya
Seher Tiflis dedikleri budu mu’’
Kadın bakar ki gariptir bunlar,
Senem’in adını anar;
Nerde eğleşirler…
Yüreği kanar, karşılıklı söyleşirler.
‘‘Geze geze sen de geldin buraya
Eşittiyin seher Tiflis buradır
Senem burda melhem eyler yaraya
Eşittiyin seher Tiflis buradır’’
‘‘Baxça burda bağban burda, bar burda
jjeyva burda alma burda nar burda
Hace adlı bir qohumum var burda
Dedikleri seher Tiflis budu mu’’
‘‘Baxça desen bağban desen var burda
Cana min cür derman desen var burda
İndi bildim oğlan getme qal burda
Eşittiyin seher Tiflis buradır’’
‘‘Resul'am silinmez gönlümün pası
Serimde dolanır eşqin sevdası
Tiflis ehli Şahsenem'in babası
Dedikleri seher Tiflis budu mu’’
‘‘Meryem'em merdlerin qurban seqine
Her axşam Şahsenem çıxar serine
Gorxma oğlan verrem elin eline
Eşittiyin seher Tiflis buradır’’
Kadın ısrarcı olur misafir etmek ister
Ama Deli Mahmut’un Âşıklar kahvesi çeker…
Bir diğer söylencede ise:
Anasını kardeşini bir camiye bırakır,
Canım Hoca’ya rastlar önce,
Misafir etmesi için dil döker:
‘‘Başına döndüğüm gül yüzlü hoca
Canım hoca anam camide kaldı
Karanlık gecedir nere gideyim
Canım hoca anam camide kaldı
Ben de sandım bana bir yer veresin
Düşmüşlerin hallerinden bilesin
Anam ölür sen günahkâr olursun
Canım hoca anam camide kaldı
Bitirdim onca mal eyledim zarar
Ne günüm gün oldu ne gecem karar
Anam kız kardeşim ile beraber
Canım hoca anam camide kaldı’’
Sonunda Canım Hoca’ya razı eder,
Misafiri olur.
Ertesi gün, Deli Mehmet’in kahvesine giderler.
Tebriz’den geldiğini öğrenenler,
Tebriz’i anlatmasını isterler.
Garip sazı basar sinesine bakalım ne der:
‘‘Ay ağalar gelin size söyleyim
Açılar baharda gülü Tebriz'in
Toyda, bayramlarda atlas geyirler
Kesilmez yaşılı alı Tebriz'in
Tebriz'in etrafı dağdır meşedir
İçinde oturan beydir paşadır
Sekkiz min mahalle beş min köşedir
Çarşısı bazarı yolu Tebriz'in
Pehlivanlar qisvet geyir yağlanır
Cümle bezirgânlar burda eylenir
Üç yüz altmış yükü birden bağlanır
Elden ele gezer malı Tebriz'in
Erenler dolusun içip gelmişsin
Aşkın deryasını geçip gelmişsin
Âşık Garip vatan methin etmişsin
Benim imdi Rüstem Zal'ı Tebriz'in’’
Yakındı kahveye, Hoca Sinan konağı,
Duyunca Türküyü gider hoşuna.
Şah Senem de dinlemiştir,
Etkilenir, dağlanır yüreği;
Sanki gurbet elde bülbüldü,
Hizmetçisi Akça Kız’la dilleşir,
Her ikisinin de gözlerinin içi güler.
Âşık Güloğlan diye birisi vardır
Duyunca Garip’i kahveye gelir.
‘‘Karşıma çıkacak âşık var mı’’ diye sorar.
Garip fırsatı kaçırmaz basar sazı sinesine:
‘‘Birkaç sorum var bilirsen Tebriz’e döneceğim’’ der.
Bakalım ne söyler:
‘‘Xeber söyle mene ay ustabaşı
Elindeki sazı nece çalırsan
Ezel mene ulduzların sayın de
Ver cavabım qalsın başın ağrısız
O nece şeydir ki dolar boşalar
Rüzigâr esdikçe yerinde durar
Geyiben yaşılı geler boşalar
Ver cavabım qalsın başın ağrısız
Qerib'em sualim eşit döz indi
Gavvas isen deryalarda üz indi
O nedir ki baş yox eli yüz indi
Ver cavabım qalsm başın ağrısız’’
Rakibinden cevap gelmez bir kere,
Utancından gözün düşürür yere,
Yakışmaz meydandan kaçarsa ere,
Güloğlan sazını alıp da yürür.
Davet eder Hoca Sinan konağa,
Konak değil sanki benziyor bağa,
Şah Senem gül dizer elma yanağa,
Garip’in gönlünü efkârı bürür.
Hoş sohbet yapılınca söz gelir saza,
Garip’teki güzellik, yansır Şah Senem kıza.
Akçakız’da Garip’i görünce gözü düşer,
Garip’in gönlü coşar bir kez
Bakalım ne der:
‘‘Bir söz ile elden ele atıldım
Bu qerib ellerde yaxtı nar meni
Hasretini çekip yandım kül oldum
Ahu gözlüm ne haldayam gör meni
Sabre taqetim yox gelmez qerarım
Erse bülend olub ah ile zarım
Belli deyil midir sene ehvalım
Saraldıbtır qoynundakı nar meni’’
Akçakız Şah Senem bir kız daha pencereye üşüşürler,
Garip Akçakız’amı söyler Şah Seneme mi
Tasasına düşerler..
İnledikçe sarı tel Senem halden hale girer,
Garip söyleyip söyleyip, son işaretini verir:
‘‘Qerib deyir getme könül oğrusu
Başımdan germez heç sevda ağrısı
Sene men söyleyim sözün doğrusu
Gel maralım al maralım sar meni
Pencereden mayii mayü baxan yar
Üç gözelin birisine men qurban
Şirin cam eşq oduna yaxan yar
Uç gözelin birsine men qurban
Birisinin ayağmda mesti var
Birisinin can almağa qesti var
Birisinin burda yaxm dostu var
Üç gözelin birisine men qurban
Üç gözelin biri bize qohumdur
O birisi el deymemiş qovundur
Aşiq Qerib birisi senin ovundur
Üç gözelin birisine men qurban’’
Bir daha söyler,
Hele ne der:
‘‘Şerxoş serxoş baxır eyvanz otaqdan
Şehsenem elinde aynası gözel
Cümle âlem gelir tamaşasına
Büllur piyalesi sağrısı gözel
Yar meni dindirir şirin dil ile
Göze sürme çekir gümüş mil ile
Otağı bezenib kızıl gül ile
Süseni sünbülü halısı gözel
Alışan otaxlı xoş imaretli
Gözeller içinde qaddi-qametli
Ahu baxışlıdır laçm cüretli
Uçmağa qanmağa cıkkası gözel
Âşık Qerib sözün deyer avazla
Dindirende canım alar o nazla
Yarım eyvanında cüt qoşa qızla
Şahsenem e'ladır hamisi gözel’’
Birkaç gün sonra
İstedir Senem’i, verir babası
Sözlenirler…
Ama ağır gelir
Kırk kese kızıl başlık parası,
Yol görünür gurbete.
Daha gitmeden dayanamaz Senem;
Kendisi vermek ister parayı,
Âşık Garip delikanlıdır, törelidir…
Kabul etmez.
Senem, kendisinden güzelini bulursa dönmez diye
Rum diyarına gitmemesini ister bu sefer:
‘‘Başına döndüyüm qurban olduğum
Amandır Qerib'im getme Rum'a sen
Gezdiyin yerlerde yad eyle meni
Amandır Qerib'im getme Rum'a sen’’
Söz verir Garip:
‘‘Eğer mevlam mene kömek olarsa
Ağlama sevdiyim yene gelerem
Ecel şerbetini canım dadmasa
Ağlama sevdiyim yene gelerem’’
Garip, nişan olarak bir yüzük verir Seneme,
Senem de bürümcük sabahlık
Tutulur dilekler,
Yeminleşip ayılırlar hüzün dolu yürekler.
Gurbetin kokusunu bağrına basıp,
Evden ayrılırken, sazını duvara asıp:
‘‘Bu sazın bir teli koptuğunda ya gelmiş ya ölmüş olurum’’
Der kahveye uğrar, vedalaşır arkadaşlarıyla:
‘‘Gurbet elde baş yastığa gelende
Gayet yaman olur işi garibin
Gelen olmaz giden olmaz yanına
Akar gözlerinin yaşı garibin
Lanet olsun gurbet elin adına
Hiç doyulmaz muhabbetin tadına
Hısım akrabası düşer yâdına
Bir yol ağrıyınca başı garibin
Garip nere varsa karadır yüzü
Nemlidir yakası yaşlıdır gözü
Aşikâr edemez gizlidir sözü
Bir yere gelince başı garibin
Gurbet elde garip kimdir bilmezler
Ağlayınca çeşm-i yaşın silmezler
Garip halin nedir deyi sormazlar
Bulunmaz yareni eşi garibin
Âşık Garip gözlerinden yaş döker
Anam yoktur yaka yırtıp yaş döker
Nişanlım yok mezarıma taş diker
Bir çalıdır mezar taşı garibin’’
Der, düşer yollara…
Dağ bayır, gece gündüz demeden yol alır.
Önce, insanı yiğit, dadaş diyarı Erzurum’a varır;
Bir müddet kalsa da para biriktirmek zordur.
Âşıklarla son kez dertleşip Halep’e gitmeye karar verir
Ve Erzurum’u öven bir Türkü söyler:
‘‘Dinleyin ağalar tarif edeyim
Söylenir cihanda şanın Erzurum
Yedi iklim dört köşede bulunmaz
Dillenir dünyada namın Erzurum
Yiğit olur bu toprağın dadaşı
İnletir sadası dağ ile taşı
Çok görmüş geçirmiş kavga savaşı
Serhadlerde akar kanın Erzurum
Hele gayet hoştur âb ü havası
Dört yanından gelir bülbül sadası
Vardır erenlerin sende duası
Güle benzer her bir yanın Erzurum’’
Deyip, tekrar düşüp yollara
Teper oyalanmadan.
Halep şehrine varır, hiçbir yerde kalmadan;
Aslandedeoğlu Baba Yusuf’un kahvesine
Yerleşip, ortak olur ve şöyle der,
Kulak verin sesine:
‘‘Coştu yine deli gönül
Sana geldim Halep şehri
Ayrı düştüm diyarımdan
Sana geldim Halep şehri
………………………..
Kimi molla kimi hacı
Bu Garip sana duacı
Terk eyledim ana bacı
Sana geldim Halep şehri’’
Deyince, kahve dolar,
Âşıklar hep gayri burada toplanır.
Atışmalar yapılır çok zaman,
Hiçbir aşığa bırakmaz meydanı.
Çözen olur düğümü,
Duyulur hemen, dört diyara ünü.
Bir gün Halep paşasının aşığı çıkagelir kahveye,
Başvurup bahaneye,
Şöyle der:
‘‘Ne dedin de geldin sen bu meydana
Bu meydanda erkân olur yol olur
El yamandır göz açtırmaz insana
Bu hususta kavga olur zor olur’’
Âşık Garip Karşılık verir:
‘‘Ustam benlik ile girme meydana
Benlik eden sizin gibi sert olur
Âşıklık dediğin kıldan incedir
Kendini kurtaran âşık mert olur’’
Karşılık verir Halep paşasının aşığı:
‘‘Erenler elinden dolu içtin mi
Bulanık çay gibi akıp coştun mu
Bu meydana girip serden geçtin mi
Bu âşıklık başka başka hal olur’’
Âşık Garip karşılık verir:
‘‘Ben Garip’im çıkmam doğru yolumdan
Kötü söz çıkarmak asla dilimden
Kuş olsanız kurtulmazsın elimden
Uçarsınız iki gözün dört olur’’
Atışma muammayla devam eder
Ama Halep paşasının aşığı yenilir,
Sazını bırakıp çekilir.
Ünü sayara varan Garip, paşanın aşığı olur,
Bol para kazanır.
Bu arada Senem’in akrabası Şah Velet,
Senem’i istemektedir ve yolu düşer Halep’e
Garip’i görür, öldü haberini iletir Tiflis’e,
Bir kanlı gömlek ile.
Şah Senem’i babasından ister;
Garip’in anası kör olmuştur,
Senem çaresizdir…
Gelen giden bezirgânlardan Garip’i sorar,
Bir bezirgânı yorar.
Bulmasını ister Garip’i, yüzüğünü verir,
Bezirgân bulur Garip’i kötü haberi söyler.
Garip yol hazırlığı yapıp, paşanın gönlünü eder.
‘‘Name geldi vatanımdan
Vakti varayım gideyim
Kanlı yaşlar gözlerimden
Aktı varayım gideyim
Ol mürüvvet kerem hani
Kuluna çoktur ihsanı
Gurbet elin kahrı beni
Yaktı varayım gideyim
Bend oldum kanlı zalime
Asla rahmetmez halime
Yedi yıldır yar yoluma
Baktı varayım gideyim
Âşık Garip bilir kendin
Yiğit olan döker kanın
Felek boynuma kemendin
Taktı varayım gideyim’’
Arkadaşlarıyla vedalaşır,
Kim üzülür kim ağlaşır.
Hasretine bir an öne kavuşmak ister
Yola çıkarken söyle seslenir:
‘‘İşte geldim gidiyorum
Şen kalasın Halep şehri
Çok nan ü nimetin yedim
Helal eyle Halep şehri
Sana derler Arabistan
Güzellerin çeşm-i mestan
Yeni haber geldi dosttan
Durmak olmaz Halep şehri
Çok garipler sana gelir
Gelir de eğlenir kalır
Her kişi muradın alır
Şen kalasın Halep şehri
Âşık Garip düştü yola
Hızır yardımcısı ola
Gözüme göründü sıla
Şen olasın Halep şehri’’
Dağlar aşar beller aşar,
Ölür atı yolda şaşar,
Hızır imdadına koşar,
Sorar nerelisin diye.
Perişandır son durumu,
İsim verir Erzurum’u,
Doğru cevapla sorumu,
Sorar nerelisin diye.
Karslıyım der bu sefer de,
Şaşıp kalır kara yerde,
Yine Hızır derman derde,
Sorar nerelisin diye.
Bu kez Tiflis der,
Hızır’ın atının erkine biner.
Göz açıp kapayıncaya kadar
Tokmak tepeye iner.
Hızır: ‘‘Memleketine getirdim,
Sevdiklerine kavuşacaksın,
Ananın gözleri kör oldu;
Atımın ayağının altından bir avuç toprak al
Gözlerine sür’’ der. Kaybolur.
Aşık Garip önce kardeşini görür çeşme başında;
Dikkatlice bakıp durur.
Kız sorar: ‘‘Ne bakıyorsun?’’
‘‘Karalar giyinmişsin ona bakarım’’
Hasret dökülür iki damla yaşında.
Tanımaz:
‘‘Ağabeyim Garip ölmüştür ondandır’’ der
‘‘ Ben onun çırağıyım, ölmemiştir haberini getirdim
Tez zamanda gelecek’’ der.
Durup,
Hoca Sinan’ın evinden gelen gürültüyü sorar.
Şah Senem’in düğünü oluyordu,
Kız olanları anlatır,
Hasretine acı katar.
Eve varırlar anasının elini öper;
Tanımaz anası sesinden bile,
Duvarda asılı sazın bir teli kopar,
Garip sazı alır getirir dile:
‘‘Koluna bağladım teli
Konuşurdun yetmiş dili
Unuttun mu sazım beni
Konuş sazım benim ile
Vasf-ı halimden bilmedin
Sen gideli ben gülmedim
Yedi yıl haber almadım
Konuşamam senin ile
Koluna bağladım perde
Sen uğrattın beni derde
Yedi yıldır Garip nerde
Konuş sazım benim ile
Sinem duvara yaslandı
Kolumda teller paslandı
Garip ölmüştür seslendi
Konuşamam senin ile
Garip kurbandır soyuna
Sanem'in selvi boyuna
Gidek Sanem'in toyuna
Konuş sazım benim ile
Kar kuşandı gönül dağı
Çürüdü sinemin bağı
Sanem'in destinde ağu
Konuşamam senin ile
Anası yine bir şey anlamaz:
‘‘Oğlum madem Garip gelecek
Düğüne git beş on kuruş bahşiş al’’ deyince
‘‘ Ben yalnız gitmem, kızınla beraber gidelim’’
Der, varırlar kız ile birlik
Söz verilir söz alır,
Çalar söyler söyler çalar:
‘‘Ne sabra takat var ne dizde mecal
Gönül Mecnun olmuş Leylasın arar
Vazgeçersem seni yâd eller sarar
Görünce abdal eyledi yar beni
Âşık Garip gönüllerin uğrusu
Geçmez imiş bu sevdanın ağrısı
Sana ben söyleyim sözün doğrusu
Al sevdiğim gel sinene sar beni’’
Devam eder,
Hele ne söyler:
‘‘Dünen akşam gece Halep şehrinde
Mısır piyalesin içtim de geldim
Yetirdim yetiştir bir Şahsuvara
Allah ganat verdi uçtum da geldim
Dalımı verdim ben taşa karaya
Garipler ağası yetti haraya
Fırat çayı gelip düştü araya
Kırata binince geçtim de geldim
Halep'de dinledim ezan sesini
Erzurum'da kıldım gün ortasını
İkindide buldum serhat Garsı’nı
Orda seccademi açtım da geldim
Hızır İlyas bulur garip gezeni
Mevlam şad eylesin böyle düzeni
Tiflis'te okunur akşam ezanı
Ben ulu vatanı seçtim de geldim
Akşam karanlığı geldim hanama
Demedim sırrımı bacı anama
Aşkın hançerini vurdum sineme
Yürek yaralım açtım da geldim
Erenlerin eli elim tutmuştu
Aşınalar dostlar hep unutmuştu
Eşittim Mehri’ni gelin etmişti
Halep’ten üç vakte geçtim de geldim
Bir el verin o yar girsin oyuna
Ben kurbanım endamına boyuna
Garib’im yetiştim yârin toyuna
Bu tatlı canımdan geçtim de geldim’’
Garip tanıtır kendini,
Şah Senem geldi sarılır.
Deli Mehmet’in hançeri,
Tutup Velet’e darılır.
Affeder Garip, Velet’i
Kız kardeşini verir.
Toprağı annesinin gözüne sürer,
Çifte düğün kurulur, evlenir Şah Senem’le;
Murada erer cümle.
-II
Varyant varyant Anadolu, Türkmenistan,
Kabardin, Karaim, Özbekistan,
Azerbaycan, Ermenistan,
Kırım Tatarları Kazan…
Aşık Garip ile Şah Senem,
Şahsenem Garip,
Helalay Garıp, Aysenem Garıp,
Bir âşık etrafında pervane,
Anlatılır il il oba oba hane hane.
Âşık Garip sevgidir, Âşık Garip sevdadır,
Hasrettir, acıdır, gurbettir.
Resul’dür, Maksut’tur, Garip’tir hikâyenin başında,
Kavuşmadır sevgiliye, Kazan Tatarları dışında…
Türkmen, Kazan Tatarları gibi bazı varyantlarda;
Şah Senem, Diyarbakır padişahı Abbas Han’ın kızı,
Garip, Veziri Hasan’ın oğludur.
Beşik kertme nişanlıdırlar, mekteplidirler…
Vezir Hasan ölünce, ayırır babaları;
Kâh ayrılırlar, Kâh birleşirler.
Dara düştüğünde yetişen, Hazreti Ali Düldül’üyle.
Bazen bir has bahçede, bazen gurbette
Söyleşirler:
Okulda yol gözler Garip,
Bekler Senem’i Senem’i.
Merak edip düşler kurup,
Bekler Senem’i Senem’i.
‘‘Eý ýaranlar musulmanlar
Ne boldy ýarym gelmedi
Dognn gardaş mähribanlar
Ne boldy ýarym gelmedi
Geler men diýp wada etdi
Geler wadasyndan ötdi
Erteden çäş wagta ýetdi
Ne boldy ýarym gelmedi
Ýa birewin pendin aldy
Ýa bir gaýry bilen boldy
Ýa bir ýowuz derde galdy
Ne boldy ýarym gelmedi
Bu dertler niçik dert oldy
Ýandy ýüregim zert oldy
Gözüm ýolunda dört oldy
Ne boldy,ýarym gelmedi
Dertli gul istär tebibin
Hiç kişi bilmez nesibin
Senem aglatdy Garybyn
Ne boldy Senem gelmedi’’
Hem sever hem kovar Garip’i Senem;
Ben garip olsaydım yanardı sinem.
Kurumaz ağışın gönlündeki nem,
Köle alsın diye bekler Senem’i.
‘‘Maňa beýle ýowuz töhmet kylynça
Kylyr bolsaň belli töhmet kyl Senem
Günde ýüz söz diýip janym alynçaň
Alyr bolsaň belli janym al Senem
Günde müň ýol dönderip sen ýüzüňi
Her hyýala her ýan taşlap özüňi
Maňa diýgil bu gün dogry sözüňi
Bolar bolsaň meniň bile bol Senem
Sen gider sen günde ýüz müň gümana
Meni kowmak üçin eýläp bahana
Gider boldum bu gün Halap-Şyrwana
Galyr bolsaň gaýry bile gal Senem
Garyp aşyk sözün diýdi bir para
Köňül geçdi günde saňa ýalbara
Ýusup kimin özüm saldym bazara
Hyrydar sen meni satyn al Senem’’
Halep’i Tebriz’i dolansa bile,
Kavuşur aşıklar son bulur çile,
Vuslatî sönmez kor getirir dile,
Kırk yıl olsa yine bekler Senem’i.
Osman Öcal
-
ooOooh oOoh. Sende ne ürek varmış soydaş. (Hamısını oxuya bilmədim). Halaldı!!
Sizə bu təşəkkürü özümə borc bilirem! Harikasan yaratıcı qardaş!
-
Saolasın Aze Bozkır Savaşçısı Kandaşım. Sevgilerimi yolluyorum Can AZERBAYCAN'a
-
Abdürrahîm Tırsî (GÜLCE- BAHÇE)
-I-
Alaz içre göynür özüm,
Medet senden yâ İlâhî.
Kan pınarı iki gözüm,
Medet senden yâ İlâhî.
Nice günahı devşirdim,
Nefsime lokma pişirdim,
Eşiğine yüz düşürdüm,
Medet senden yâ İlâhî.
Dünyaya geldiğim günden,
Kesmedim ümidin senden,
Toprağa düşmeden beden,
Medet senden yâ İlâhî.
Demi devran şu mekânım,
Fayda vermez ki unvanım,
Sen bilirsin sen Sultanım,
Medet senden yâ İlâhî.
Gün olup benzim solacak,
Gözüme toprak dolacak,
Kabirde halim no’lacak,
Medet senden yâ İlâhî.
Melekler gelir görmeye,
Nerde deyince sermaye,
Sorguda cevap vermeye,
Medet senden yâ İlâhî.
İsrafil Sur’a üfürür,
Açılır defterler bir bir,
Mahşerde hesap verilir,
Medet senden yâ İlâhî.
Bu kul nefsinin kölesi,
Mizanın olmaz hilesi,
Yakar cehennem çilesi,
Medet senden yâ İlâhî.
Aşk oduna sensin çarem,
Yalvarırım eyle kerem,
Kereminden gelir İrem,
Medet senden yâ İlâhî.
-II-
İznik Tirse cevahiri,
Belirsiz doğum tarihi,
Mutasavvıf halk şairi,
Bizim Abdürrahîm Tırsî.
Şiirde Yunus mirası,
Tırsî’dir asıl mahlası,
Aşk-ı muhabbet hastası,
Bizim Abdürrahîm Tırsî.
Babası, Bolu’ya yerleşik Bayezid Fakih,
İsfendiyaroğullarından, köy imamı.
Zaman zaman İznik’e yol düşürüp,
Eşrefoğlu Rumi’nin sohbetlerine katılır.
Katılır katılır amma
Buna sebep,
Küçük Abdürrahîm yanındadır hep.
Eşrefoğlu’nun isteği, babasının rızası
O’nu, İznik’te alıkoyar küçük yaşta.
Aldığı eğitim ile
Galip gelen Tırsî’dir nefis ile savaşta.
Nefsine vurarak palan,
Ve haramı haram kılan,
Tasavvuf ilmine dalan,
Bizim Abdürrahîm Tırsî.
Büyük veli Rumî’nin irşat halkasında
Yıllarca yandı, yandıkça pişti,
Piştikçe büyüdü, büyüdükçe pişti.
Müritlerin içerisinde en gözdesi oldu,
Postnişin makamına erdi.
Ve
Eşrefoğlu’nun kızı Züleyha Hatun’la evlendi.
Henüz talebeyken Hızır’ı görmek,
Gönlünü gül edip yoluna sermek,
Dilerdi sohbetin hazzına ermek,
Bizim Abdürrahîm Tırsî.
Eşrefoğlu bir gün saldı pazara,
Bilmeden bir tane verip Hızır’a,
Bir sepet elmayla döndü huzura,
Bizim Abdürrahîm Tırsî.
O
Bilmez
Amma bir
Bir bilen var,
Hocası bakar:
Biri eksik bunun.
Abdürrahîm der ki:
Bir zat aldı gelirken.
Neden hemen eteğine
Tutup yapışmadın o zatın?
Bilmem ki kimdir, necidir o zat?
O Hızır aleyhisselamdı, heyhat!
Görsem diye yanardın bilemedin bak,
Bu gün bu gece seni bekleyecek Yaylak.
Buyurunca hocası duramaz, derhal
Karşılar Hızır’la bekleyen mahal.
Allah’a hamd ve senâ ederek,
Varıp ayrılırken huzurdan,
Sırra mazhar olmak için
Dua ister Hızır’dan.
Kadir kıymetin bil,
Hizmet ettiğin
Zattan iste,
Der Hızır
Kaybolurken gözden. Yanar özünden.
Bizim Abdürrahîm Tırsî.
Bundan sonra şevk gayret ve özen,
Gündelik hayata verir bir düzen,
Hizmette kusuru bastırıp ezen,
Bizim Abdürrahîm Tırsî.
Nice gönüllere tahtını kuran,
Bolca kerametle dostunu saran,
Kudret sofrasından lokma koparan,
Bizim Abdürrahîm Tırsî.
Hizmete amade dolu bir yaşam,
Hak rızası için bilmedi evham,
Oturduğu postta yürüttü nizam,
Bizim Abdürrahîm Tırsî.
Rumî dergâhına ilki halefin,
Bin beş yüz yirmide sarınıp kefin,
Hocası yanına yapıldı defin,
Bizim Abdürrahîm Tırsî.
-III-
Gizemci ozanlara etki eden Yunus’un,
Abdürrahîm Tırsî’ye kaynaklığı aşikâr.
Hocası Rumi gibi hece vezni, yalın dil,
Yaşadığı yüzyılda Türkçenindir büyük kâr.
Bir divanı varsa da görmemiştir günyüzü;
Her ilâhî hoş seda her mısra ermiş sözü.
Gönlü fethetmiş Hûda, esiri gonca kokar.
Zamanda dâhi
Sendendir yâ İlâhî,
Verelim sahi
Birkaç örnek ilâhî.
‘‘İnâyet eyle kullara
Nazar kıl hâlime Allah
Hazan yapraklara döndüm
Sarardım soldum yâ Allah
Aşkın bana kâr eyledi
Bağrımı biryân eyledi
Gözüm yaşın kan eyledi
Gece gündüz akar Allah
Bîçâre kaldım der–mânde
Özümden vaz geldim ben de
Murâdım sendedir sende
Seni ister seni Allah
Aklım başa gelmez oldu
Can bedende durmaz oldu
Gönlüm bana gelmez oldu
Seninle bâzârı Allah
Oldum dîdârına müştâk
Kerem eyle hâlime bak
Ey keremler edici Hak
Dîdârını göster Allah
Yüreğimde çıktı başlar
Başıma çöktü teşvişler
Gelir geçer yazlar kışlar
Derdinle yanarım Allah
Bu Abdürrahîm-i Tırsî
Urup topraklara yüzü
Sana ulaşmağa özü
Seni ister seni Allah’’
‘‘Yücelerden döndüreyim
Alçaklara gönül seni
Alçaklardan alçaklara
İndireyim gönül seni
Ayırayım halktan seni
Şöyle hak edeyim teni
Ayaklar altına yani
Bırakayım gönül seni
Nice kaçarsın yabana
Aşk gemin urayım sana
Sürüp ol maşuktan yana
Hem çalayım gönül seni
Başım gurbete urayım
Benlik defterin düreyim
Alnım yazısın göreyim
Uydurayım gönül seni
Başımın terkin urayım
Canımı yolda koyayım
Ne kim olursa olayım
Komayayım gönül seni
Yürüyeyim yane yane
Aşk odun urayım cane
Bakmıyayım masivaye
Göçüreyim gönül seni
Koyayım namusu arı
Talep edeyim o yâri
Dün gün çektireyim zarı
Ağlatayım gönül seni
Dost gamın alayım başa
Yürüyeyim kalka düşe
Vasfı dile gelmez işe
Uğratayım gönül seni
Sığınayım ol Mevlaya
Yüz süreyim ol âlâya
Abdürrahîm-i Tırsî’ye
Uydurayım gönül seni’’
‘‘Ey dost senin derdin ile
Yürüyeyim yane yane
Dökeyim gözümden yaşı
Akıtayım dane dane
Bana seni gerek seni
Sensiz neylerim ben beni
Aşk şarabı canım canı
İçir bana kana kana
Doldur gönlüm fikrin ile
Hem dilimi zikrin ile
Dost dost diye aşkın ile
Çarh vurayım döne döne
Eyle cismim candan üryan
Olayım yüzüne hayran
Götür hicabı aradan
Gösteredur cana cana
Bu Abdürrahîm-i Tırsî
Sen sultanın eksiklisi
Seni umar kerem issi
Ulaştırsan hane hane’’
Vuslatî der o bir bahir,
Bilsin zaman bilsin ahir,
Hem evliya hem de şair,
Bizim Abdürrahîm Tırsî.
Osman Öcal
-
Kaygusuz Vizeli Alâeddin (GÜLCE-BAHÇE)
Nefis denen illetin,
Ocağına ayran suyu
Döke gelip döke gitmek,
Boğazına düğüm düğüm
Bir terbiye zinciri
Taka gelip taka gitmek,
Yürek işi gönül işi ehil işi.
İmanla boğmak
Yeniden doğmak,
Dört kapının sırrıyla
Aka gelip aka gitmek,
Yığın yığın pası kiri
İnsanı kâmil işi
Söke gelip söke gitmek.
Bizde ozan bizde şair kâmil bizde,
Saya saya tükenmez yıldız bizde kum denizde.
İşte örnek bir veli insan,
Türkçedir yaşam Türkçedir lisan.
Alâeddin Ali bilinen ismi,
Gönülde aşikâr nar elest bezmi,
Sanatında gizli manevi resmi,
Gölgesi boyundan uzun mu uzun.
Halifesi olur Ahmet Sarban’ın,
Set koyar önüne şöhretin şanın,
Bulunmaz içinde dar bir hırkanın,
Gölgesi boyundan uzun mu uzun.
Âşıktır Huda’ya kalkarken eli,
Yunus takipçisi şair ve veli,
Yüceltir Türkçeyi arıdır dili,
Gölgesi boyundan uzun mu uzun.
Kaygusuz’a katar ismi Ali’yi,
Piri bilir Hacı Bayram Veli’yi,
Büyütür yazın’da Melamiliği,
Gölgesi boyundan uzun mu uzun.
Biter mi Kaygusuz hepsi de bizim,
Hangisine baksam kaynıyor özüm,
Hakikat aşkına çevirdim yüzüm,
Gölgesi boyundan uzun mu uzun.
Yer açık amma
Doğum yılı belirsiz,
Değil muamma
Tarihi bir eksiklik.
Hayata dair
Ne bir eser ne bir iz,
Ne yapsın şair
Vermeyince bildiklik.
Trakya’nın güneşi sonsuz hazine eşi,
Tasavvuf çilekeşi nefis ile güreşi,
İlahi aşk ateşi gökten kopartır ayı.
Kırılmayan bir gerçek Vize’de açan çiçek,
Gönül ilminde melek kanat kanat kelebek,
Bilir ki börtü böcek umursamaz dünyayı.
Aşk ile cezbedir düsturu,
Zikri kalbindedir duru mu duru.
Şöhretmiş şanmış kulun kula yok bendesi,
Yaradan’a varmak niyet hep öteler gururu.
Hale galip olan ulu
Hakk’ın şarabını içti.
Bin beş yüz altmış üçte
Nimetler yurduna göçtü.
Hakkındaki bilgiler kısıtlı mı kısıtlı,
Kendi tekkesinde Vize’dedir mezarı.
Kulağa hoş akıcı sade tatlı mı tatlı,
Sanatında daha çok hecedir dildir kârı.
Günümüze gelse de
Bazen Ahmet Sarban
Bazen Kaygusuz Abdal ile
Karışmış eserleri.
Her şairin her ozanın, okuyan gönüllerde
Ayrık durur yerleri.
Hidayet yolunda yürüyen şair,
İşte yol gösteren bir örnek şiir.
‘‘Hak yoluna giden gelsin
Bulunmaz vuslat yoludur
Hak seferi vardır bunda
Bu yol hidâyet yoludur
Bu yolu hod buldu bulan
Bulmayandır mahrum kalan
Sırat-ı müstakîm olan
Şimdi bu Ahmed yoludur
Bu yoldur Hızır geldiği
Geliben beyân kıldığı
Hızr âb-ı hayat bulduğu
Bu yol Muhammed yoludur
Bu yoldur Ahmed’e gelen
Cümle yoldan muhtâr olan
Gerçeklerden bâki kalan
Bu yol ol rahmet yoludur
Budur Kaygusuz dediği
Âlemin kaydın yediği
Muhammed mîras koduğu
Bu yol ol devlet yoludur’’
Ne bıktı ne ödün verdi,
Kendi kendine yaverdi,
İşte murad işte sözü,
Hakk’a ulaşmak tek derdi.
‘‘Yüce sultanlar sultanı
Sensin hemân derdüm benüm
Hasretin yaktı canumı
Sensin hemân derdüm benim
………………………………
Kaygusuz kulın şâd eyle
Anı andan azâd eyle
Senün ile âbâd eyle
Sensin hemân derdüm benim’’
Âşık gönül zarif ola,
İrfan usa tarif ola,
Kaygusuz’un beyanı var,
İnsan olan arif ola.
‘‘Âriflerin irfanı var
İki cihandan ileri
Âşıkların meydanı var
Kevn ü mekândan ileri
………………………….
Kaygusuz eydur velidir
Sözleri gerçek dilidir
Cümle hâl insan hâlidir
Ne var insandan ileri’’
İnlemezse gönül teli,
Görür mü hiç göz perdeli,
Çare olur mu boş niyaz,
İnsan kendini bilmeli.
‘‘Aşktan haber duyam dersen
Sen sende iste bul seni
Aç perdeyi gir gönlüne
Sen sende iste bul seni
Din ile iman sendedir
Hûr ile Rıdvan sendedir
Ol sırr-ı pinhan sendedir
Sen sende iste bul seni
Habib-i Rahman sendedir
Derdine derman sendedir
Pertev-i Süphan sendedir
Sen sende iste bul seni
Erenler böyle erdiler
Ermeyen böyle kaldılar
Bulanlar böyle buldular
Sen sende iste bul seni
Gezme serseri yabanda
Deme şundadır ya bunda
Kaygusuz bu mânâ sende
Sen sende iste bul seni’’
Yanan yürek mi çıramı,
İşte ton işte gramı,
Söz dökülür hece hece,
İşte dert işte meramı.
‘‘Baştan ayağa yâreyim
Kangı derde ağlayayım
Dertli olmuş biçareyim
Kangı derde ağlayayım
Ne haberimden alır var
Ne hâle haldaş olur var
Ne bir dilimden bilir var
Kangı derde ağlayayım
Bir yana firkat gayreti
Bir yana hasret firkati
Bir yana dostun hayreti
Kangı derde ağlayayım
Ne belli gerçek kuluyum
Ne onun derd-i diliyim
Ne belli ölü diriyim
Kangı derde ağlayayım
Kaygusuz eder del'oldum
Ne belli Hakk'a kul oldum
Ne belli yandım kül oldum
Kangı derdim ağlayayım’’
Aşk bendini araladım,
Vuslati’ce karaladım,
Anlayan erer manaya,
Birkaç örnek sıraladım.
‘‘Şükür Hakk'ın keremine
Ben bende buldum imanı
Hak bir kapu açtı bana
Ben bende buldum imanı
Hakk'ın kapusun açayım
Âleme nurun saçayım
Küfrüm yok neden kaçayım
Ben bende buldum imanı
Hak nazar eyledi bana
Dopdolu olam cihana
Mazhar düştüm ol sultana
Ben bende buldum imanı
Hakk'ın lûtf u rahmetiyle
Habibinin şefkatiyle
Evliyanın himmetiyle
Ben bende buldum imanı
Yaradılmışa oldur yâr
Kalmadı arada ağyar
Kaygusuz'um ne kaygum var
Ben bende buldum imanı’’
Osman Öcal
-
Muhyiddin Abdal (GÜLCE-BULUŞMA)
-I-
Yer dumanlık gök dumanlık,
Ay karanlık yıl karanlık.
Bilinmezin içinde
Hayata merhaba
Merhaba der Muhyiddin Abdal.
Şiir dolu bir yaşam,
Bir hoş seda…
Tarih mi lâl ilim mi lâl…
Yitik zaman içinde seyr-i veda.
Efeler diyarı Aydın’dan kaynayan
Kocaman, yüklü bir bulut
Gezinir gezinir…
Fırtına önünde gizemli umut,
Yağar da yağar Edirne üstüne.
Zaman,
Türkmen’in Rumeli’ye göç zamanıdır.
Maya tutar,
Can bulur yeni yurt.
Sözlü gelenek içinde buluruz bazı şairleri;
Söylenceler anlatıla gelir dilden dile
Nesil nesil, yöreden yöreye.
Şiirleri yol gösterir gizemli bir yaşama,
Taht kurarlar halkın yüreğinde,
Gönül bahçelerinde.
Kesin olmamakla birlikte
Hacı, Sarı, Süleyman
Üç oğul…
Danışılmaktan isimlenen
Sacayağı, üç köy…
Eski Çöke yeni Hacıdanişment,
Muhittin Baba tepesinde bir türbe.
Bağlanıp atılan derin denize,
Muhyiddin Abdal’ı anlatır bize.
Maziden atiye sır yolağında,
Kaynar gönüllerde, dönüşen köze.
On altıncı yüzyılın iz bırakan şairi,
İşle işle tükenmez bir gönül cevahiri.
Diyardan diyarlara yankılanıp dağılan,
Volkanında dipdiri kavrulan sözün piri.
Dilden dile ilden ile
Değişime uğrasa da
Seyrannâme adlı bir hatıra bir şiir,
İçindeki yer adları
Okuyana verir fikir.
‘‘Çöke'den temâşâ ettim
Beypınar'ın gölün gördüm
Balkan'ın Tanrı dağının
Boz bulanık selin gördüm
Nesin öveyim şarının
Misli cennettir yerinin
Tekirdağ'ın, Ereğli'nin
Gâyet hızlı yelin gördüm
Bir söz diyeyim inanın
Şeklini pîrlere tanın
Şehr-i âzâm Edirne'nin
Mis kokulu gülün gördüm
Erenler Hulkî Hasan'ın
Mânâ bahrine düşenin
Hasköy'le Kırkkilise'nin
Muhabbetli dilin gördüm
Hayranım dağlı dilinin
Rengi hiç solmaz gülün
Uzunköprü Hayrebol'un
Esirik bülbülün gördüm
Andan aşağı yalının
Mihri Muhammed Ali'nin
Güzelce, Gelibolu'nun
Boyu selvi dalın gördüm
Şerhin ideyim bu hâlin
Sözümün nicesin bilin
Silivri’yle İstanbul'un
Gâyet asîl ilin gördüm
Hakikat gerçek er isen
Hüneri türlüdür bunun
Kabahüyük'le Çorlu'nun
Savurganlı yelin gördüm
Nihâyeti olmaz sözün
Şikârı turnadır bazın
Babaeski'yle Burgaz'ın
Hak kudretten elin gördüm
Eyyâmı seher yâdının
Yemi şekerdir tûtînin
Mâhiyânın her seyrinin
Rûşenâ cemâlin gördüm
İki cihan hep doğrunun
Yeri mi olur eğrinin
Cân kuşu gönül murgunun
Zehi perr ü bâlin gördüm
Muhyiddin Abdâl'ım nice
Cihâna gelmiştir ance
Oddan ıssı, kıldan ince
Erenlerin yolun gördüm
Muhyiddin'im yârenlerin
Doğru yola varanların
Çöke’deki erenlerin
Hoş sâhip kemâlin gördüm’’
-II-
Alevi-Bektaşi kaynaklarında söz,
Antolojilerde şiir olur.
'Abdalnâme' diye bilinen bir Divânı,
Nefesleri, tuyugları, mânileri
Yaşam felsefesinin filizleridir.
Büyür büyür büyür,
Birçok halk ozanını etkiler.
Kendisinin Yunus Emre’den, Hatayî’den,
Kaygusuz Abdal’dan, Nesimî’den etkilendiği gibi.
Hacı Bektaş, Otman Baba, Balım Sultan, Nesimî
Ululanır eserlerinde mısra mısra şiir şiir.
Hep açık gönül gözü,
Hakk’a yönelmiş yüzü.
Dört kapı eşiğinde,
Yanıp durulmuş özü.
‘‘Muhyi’ddinin Hak sözi
Hakka doğrudır özi
İnanmayan bu söze
Yumulsun iki gözi
Muhyi’ddinem dervişem
Hak yoluna girmişem
On sekiz bin alemi
Bir zerrede görmişem
Muhyi’ddin Hak celildür
Din Muhammed Halildür
Şeriatın şartları
Hakikatde delildür
Ey münkir itme inad
Hakdır sana kol kanad
Yolını yanılmışsun
Dön aslına olma yad’’
Girmiş abdal postuna,
Söz söylenmez üstüne.
Şairin gönlü zengin,
Yol gösterir dostuna.
‘‘Muhyi’ddinem derd ile
Men yanaram od ile
Sakın tuz ekmek yime
Oturup namerd ile
Muhyi’ddinem ölmezem
Men bir gülem solmazam
Nakd iledür pazarım
Viresiden almazam’’
Âdem’den Nuh’a doğru,
Türkçesi daha doğru,
İzine basıp gezer,
Yolağı şaha doğru.
‘‘Muhyi’ddin şaha kuldur
Kul olsa işi haldür
Şahdan temenna diler
Şahun mürütveti boldır
Muhyiddin şah destinde
Şah kaimdür postında
Şah serinun tacudur
Götürür baş üstünde’’
Türk dilince yazandır,
Hurufi bir ozandır.
Yaşadığı yüzyılda,
Ezberleri bozandır.
‘‘Muhyi’ddinem muhtelif
Cem oldu dört muhalif
Yetmiş yedi harf oldı
Yedi nokta bir elif
Muhyi’ddinem aşüfte
Yedi günüm bir hafte
Yetmiş yedi perdeyi
Geçdüm kâf ile nûnda
Muhyi’ddinem yek başım
Dört kirpik iki kaşım
Zülfin remzini bildüm
Yedi hat ile kaşım’’
Manilerin ustası,
Muhammed’in hastası.
Ali’ye olan aşkı,
Sevdaların en hası.
‘‘Muhyi’ddinem Hak desti
Muhammet Ali dostu
Mü’min-i billâh oldım
Giderdim yaman kasdı
Muhyi’ddin dil pak içün
Şol Kamerun sakk içün
İmân getür Ali’ye
Mustafa’nın hakkı çün’’
Türk nazım türüdür Tuyug ve Mani
Muhyiddin Abdal’da gani mi gani
Dört makamın kırk kapısı bulunur
Geçerler sırayla olanlar kani
‘‘Şeri’at şart imiş şartını bildüm
Tarikat terk imiş terkini kıldum
Ma’rifet söz imiş söyledüm anı
Hakikat bahriyem ummana geldüm’’
-III-
Birçok şair gibi etkilenir,
Zamanı alır aradan.
Bir gönül köprüsü kurar,
Mısra mısra Yunus olur Emre olur,
Şiir şiir düşer dilden
Gönülden.
İşte Yunus:
‘‘Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaratılanı hoş gördük
Yaradan’dan ötürü’’
İşte Muhyiddin Abdal:
‘‘Gözet olagelmişi
Kaldır düşüp kalmışı
Hoş tut yaradılmışı
Yaradan’dan ötüri’’
İşte Yunus:
‘‘Işk yağmurı tamlası gönül göginden tamar
Sevgü yili götürür yağmurı ayaz ile’’
İşte Muhyiddin Abdal:
‘‘Sultâna irdi kuldan
Âşık oldı gönülden
Muhyiddin cân u dilden
Erenleri severdi’’
İşte Yunus:
‘‘İşidün iy yârenler ışk bir güneşe benzer
Işkı olmayan gönül misâli taşa benzer
Taş gönüllerde ne biter dilinde agu düter
Niçe yumşak söylese sözi savaşa benzer
Işkı var gönül yanar yumşanur muma döner
Taş gönüller kararmış sarp-katı kışa benzer’’
İşte Muhiddin Abdal.
‘‘Mü'minlerün gönli Hakkun evidür
Hak andadur, tutulmuş otağıdur’’
‘‘Çıkdum gönül köşküne
Cân boyandı meşkine
Hak şol dîdâr 'aşkına
Yarattı kâ'inâtı’’
Ulular vardır
Şiirlerine konu olan,
Nefeslerini dolduran.
Zaman ve mekana karşı
Gönülleri bir yolları birdir.
‘‘Bir Hacı Bektaş var idi
Ali misillü er idi
Münkirler görmez kör idi
Yürütdi cânsız dîvârı’’
‘‘Şahum da rehberüm oldı
Hemân Kıblem nûrum oldı
Gani Otman pîrüm oldı
Anun etegin tutdım ben’’
‘‘Ela gözlü Sultan Baba
Ululardan ulusun sen
Yedi iklim dört köşeye
Arşa kürse dolusun sen
Seni gören yoksul bay olur
Kâfirler imana gelir
Seni sevmeyenler n'olur
Şah-ı Kerem Ali'sin sen
Şahısın eksikli kulun
İçenler ayrılmaz dolun
İnceden incedir yolun
Tamam gerçek velisin sen
Doğru sözün yol kılıcı
Çaldığın iki bölücü
Düşmüşler elin alıcı
Hakkın kudret elisin sen
Dehanından kevser akar
Nazar-ı kula Hak bakar
Kokun cüml'aleme kokar
Muhammed'in gülüsün sen
Parlayıp ateşin yanar
Cüml'alem şulene konar
Susayanlar senden kanar
Ab-ı hayat gölüsün sen
Muhiddin Abdal n'eylersin
Dipsiz denizler boylarsın
Ne bilirsin ne söylersin
Aklın mı var delisin sen’’
Muhyiddin’in bir nefesi,
Titretir gönül kafesi.
Kaleme aldığım şiir,
Vuslatî’nin GÜLCE sesi.
Osman Öcal
-
Âşık Kerem GÜLCE BULUŞMA
-I-
Sevdiğini görüp bir nesli melek,
Derse güzellikte huridir aslı.
İz sürüp dilerse murada dilek,
Deyin bu keremdir sevdiği aslı.
Aşk ile bezerse yanağı ala,
Dişini inciye dudağı bala,
Benzetir boyunu bir servi dala,
Deyin bu keremdir sevdiği aslı.
İster taze olsun isterse bir dul,
Eladır gözleri zülüfler sümbül,
Sevdiği gül olur kendisi bülbül,
Deyin bu keremdir sevdiği aslı.
Sayar ise sevdiğinin halını,
Haddeden çekilmiş bilir belini,
Dünyanın malından çeker elini,
Deyin bu keremdir sevdiği aslı.
Şavkından ayılır dümensiz gece,
Derse kömür saçlar topuktan yüce,
Bir sızı çökerse inceden ince,
Deyin bu keremdir sevdiği aslı.
Kokusuna amber, yüzü dolunay,
Kirpiğe ok deyip kaşlarına yay,
Yaparsa gönlünü sırçalı saray,
Deyin bu keremdir sevdiği aslı.
Sevda ateşini Hak ile yakan,
Islanmış yüreği bükülmez kalkan,
Bir ah çekişinde patlarsa volkan,
Deyin bu keremdir sevdiği aslı.
Kerem: Âşık Kerem, Dede Kerem,
Yanık Kerem, Aşkta Kerem dilde Kerem.
Gönül gönül, duygu duygu,
İl il, şiir şiir
Efsane efsane, destan destan;
Farklı anlatımlı hikâyelerde
Ermeni kızına vurgun Türkmen oğlu.
Sevda dolu, acı dolu, hasret dolu;
Türkmenistan, Azerbaycan, Anadolu.
On altıncı yüzyılın gözdesi,
Aşığın gözü, kulağı, sesi;
Dili sade, içtiği Hak badesi.
Türkülere dost aşkına bende,
Var ömrünü adamış bir sevdaya düşende.
Bulunmaz hakkında hiçbir bilgi hiçbir veri;
Halk diline nakşolup
Dilden dile dolanıp, diyar diyar söylenen
Aslı ile Kerem hikâyelerindedir yeri.
Kerem bir karasevdadır,
Bir ateş topu bir yangın külü;
Balkanlardan Horasan’a
Türk illerinin dertli bülbülü,
Halkın belleğinde gönül incisi.
Her yörede farklı varyant,
Aşkın en büyük temsilcisi.
Kendi destanını söyler, kendi şiirini
Uçurur kanat kanat.
Nice Türküye konu olur, nice şiir yazılır adına.
Kerem’i anlatmak için bir Aslı’ya yanmak gerek,
Dolanıp gurbet ellerde hasrete kanmak gerek.
‘‘Gürbet elde qerib qerib ağlaram,
Müşkül halım bildiren yox, bilen yox!
Gece gündüz feğan qılıb yanaram,
Ağladan yox, güldüren yox, gülen yox!
Terk eledim men atamı, anamı,
Gölümden uçurdum telli sonamı,
Xencer alıb derd oylağı sinemi,
Teyleyen yox, deldiren yox, delen yox!
Derdli sinem düyünlerem, dağlaram,
Ağ geymerem, qaraları bağlaram,
Derd elinden ah çekerem, ağlaram,
Gözüm yaşın sildiren yox, silen yox!
Keremem, yetmedim men Esli Xana,
Pay bildim ölümü yazıq bu cana,
Gece-gündüz qefle işler her yana
Üz çevirib bu virane gelen yox! ’’
Dertli Türkülerin en kahramanı,
Canından çok sever ay Aslı Han’ı,
Hangi hikâyeyi hangi destanı,
Anlatsak içinden tek Kerem çıkar.
Doğum yeri ayrı babası ayrı,
Ayrılık Kerem’e sevginin hayrı,
Mühim olan çatı bizimdir gayrı,
Anlatsak içinden tek Kerem çıkar.
Ünlü kişilikler hep sahiplenilmiş;
Bir Yunus, bir Dede Korkut, bir Kerem gibi.
Sözlü ve yazılı, dolu anlatım,
Nice versiyon var Türk dünyasında
Her biri ayrı tomurcuk,
Say ki gülistan bir irem gibi.
Doğum yeri Şiraz, Gence, İsfahan,
Urmiye, Tebriz ya da Dağıstan Oran.
Babası Süruri Şah, Muhammed Veli, Ziyad Han,
Anası Hatice Sultan, Gemerbanu.
Adı: Gülşen Şah, Ahmet Mirza, Mahmut, Ali Han;
Bütünü bir Kerem eder,
Kayseri beyine bir şiirde şöyle der:
‘‘Aslım Türkmen İsfahan’dır ilimiz,
Gayrı gurbet ele düştü yolumuz,
Eğer halimizden sual olursa,
Kırılmıştır kanadımız kolumuz.
Kıymayın ağalar bana yazıktır,
Aşkın ateşiyle bağrım eziktir,
Virandır dağımız, bağlar bozuktur,
Ayrılıktan gazel döktü gülümüz.
Kahpe felek gelmiş kısmet dağıtır,
Ecel değirmeni bizi öğütür,
Kerem der ki vademizin çağıdır,
Kim bilir ki nerde kalır ölümüz.’’
Tek derdi Aslı’dır yârdir Kerem’in,
Kara kışta gönlü hardır Kerem’in,
Sayısız eseri vardır Kerem’in,
Anlatsak içinden tek Kerem çıkar.
-II-
Hikâyelerde verilse de farklı mekân,
Adı değişik de olsa aynı kahraman.
Uzun yıllar çocuğu olmayan bir padişah,
Yine aynı durumda padişahın haznedarı
Yahud ya da Kara Melik adında bir Keşiş.
Kendilerine ya da eşlerine yedirilen bir elma,
İster Hızır tarafından diyelim istersek derviş.
Ya da çocuk için yaptırılan eğlencelik bir bahçe,
Aynı çatıya sahip faklı anlatım farklı lehçe.
Zaman kendini yerken padişahın bir oğlu
Keşişin bir kızı olur, beşik kertme.
Kızın adı: Meryem ya da Kara Sultan,
Kara Keşiş, gelecekte
Bir Türk’e, Müslüman’a vermemek için
Ahdini bozup kaçırır kızı.
Yıl yılı kovalar tavizsiz hızı.
Oğlan kızı görür on beş yaşında,
Sevda başında.
Aslı diye çağırır, Aslı da Kerem der,
Ha Zengi ha Gence fark eder mi yer;
Nasıl olduğu, önemli mi kim doldurdu tasına
Hak’tan aşk badesi içer;
Anlatır halini han babasına.
‘‘Keşiş bahçesinde bir güzel gördüm,
Aklımı başımdan aldı ne çare,
Taramış zülfünü dökmüş yüzüne,
Serimi sevdaya saldı ne çare!
Bilirim onu ki keşiş kızıdır,
Seherde görünen tan yıldızıdır,
Yüreğimde onun aşkı izidir,
Aşk kâsesi bostu, doldu ne çare! ’’
Hikâyelerde, anlatıcılarca
Kerem ve Aslı etrafında oluşturulup,
Kahramanlara mal edilen
Daha ne yanık Türküler ne şiirler var.
İstetir babası Aslı Han kızı,
Yer değişir Keşiş olmayıp razı,
Aşığı peşine salar bu yazı,
Gurbet ellerinde yanar bir Kerem.
Tek yoldaşı vardır lalası Sofi,
Tiflis, Kars, Çıldır gelir mi kâfi,
Erzurum, Kayseri etmez telafi,
Gurbet ellerinde yanar bir Kerem.
Keşiş kaçar Kerem koşar peşinden,
Vazgeçer beylikten dünya işinden,
Yollar duman duman aşk ateşinden,
Gurbet ellerinde yanar bir Kerem.
Vuslata varmaya kıldığı karar,
Nice belde nice şehirde arar,
Vurup sarı tele Aslı’yı sorar,
Gurbet ellerinde yanar bir Kerem.
Daha başka:
Erzincan, Muş, Ankara, Tokat’a düşer yolu
Sevda dolar, Türkü olur Anadolu.
Bazen Aslı’sına ulaşır
Keşişten gizli konuşur,
Bazen de
Bir keklikle, bir dağ ile tipi ile
Turna ile balıklarla.
Bir başka yerde kurukafa ile
Ardahan civarında bir ceylanla
Şöyle sözleşir:
‘‘Kerem:
Kerem deyer: Kime deyim derdimi?
Seyrağıblar gonca gülü derdi mi?
Varsam Erzurum’a görrem Esli’mi,
Yoqsa Keşiş alıb, yene gaçdı mı? ’’
‘‘Ceyran:
Mövla’m sene kömek olsun bu işde,
Ceyran deyer: Çap semendin yerişde,
Erzurum’a vardı zalım Keşiş de,
Xeber verdim gismet sene tuş ola.’’
Aslı’ya kavuşmak için yâri olur çileler,
Kahveler durağı, hanlardır barınağı…
Otuz iki dişini çektirir yine uçurur kuşu,
Alev alev yanarak geçirir nice kışı.
Sonunda
Keşiş anlar ki Kerem’den kurtuluş yok;
Erzurum, Kayseri ya da Halep paşasının
İstek ve korkusuyla evliliğe razı olur.
Ama bir sihirli fistan giydirir ki kızına,
Gerdek gecesi düğmeleri çözülmez.
Kerem perişandır, üzdüğü Aslı Han’dır
Sarı tele dokunur, düğmelere şöyle der:
‘‘Aman felek, dad eylerem elinnen,
Açılsın Aslıdan düyme men öldüm.
Aslı Xan ağlayar, Kerem alışar,
Açılsın Aslıdan düyme, men öldüm.
Ağalar ağası, şahların şahı,
Mene kömek olsun göylerin mahı,
İmansız Keşişin budu metahı,
Açılsın Aslı’dan düyme men öldüm.’’
Bir düğme açılır,
Kerem bir daha söyler:
‘‘Keşiş qabağımda bir qara duman,
Çağırram mövlanı, halimdi yaman,
Müşkülleri açan peygember, imam,
Açılsın Aslıdan düyme men öldüm.’’
Bir düğme daha açılır,
İlk açılan kapanır.
Bir daha söyler:
‘‘Atan Keşiş kuşelerden kendi var,
Hiylegerdi, bilmek olmur fendi var,
Bir düymenin heştat sekkiz bendi var,
Açılsın Aslıdan düyme men öldüm.’’
Düğmelerin biri kalır diğerleri açılır,
Ardından kapanır tekrar.
Kerem yorgun, bir daha söyler:
‘‘Bahar olaçaq dağlar qan erisin,
Kerem, ömrün bir qürbetde çürüsün,
Düyme kesen zerger elen qurusun,
Açılsın Aslıdan düyme men öldüm.’’
Düğmeler tekrar açılır kapanır.
Kerem bitkin, öyle bir ah çeker ki;
Ağzından alev fışkırır, tutuşur, yanar.
Aslı söndürmeye çalışır ama nafile,
Kerem kül olur, ela gözler kanar.
Aslı saçlarını çözer,
Süpürge yapıp külleri toplarken
Bir kıvılcımla tutuşur,
İki sevgilinin külü kavuşur.
Varyantlar varırken benzer bir sona,
Horasan varyantı vuslattan yana,
Aşıklar kavuşup döner vatana,
Gurbet ellerinde yanar bir Kerem.
Doğum yeri Tebriz, Mahmut’tur adı,
Babası Ziyad Padişah, nesline kale.
Babasının İmam Rıza’nın kabrini ziyareti
Doğumuna vesile.
Mahmut bir av esnasında rastlaşır,
Kara Melik’in kızı Zöhre ile;
Sevdaları düşer dile.
Sonuçta yine Kerem yanar kül olur,
Aslı, gözyaşı döker yıllarca,
Gözleri görmez artık.
Yaşlanır, mezarı başında bekleyeli
Kırk yıl olur.
Dua eder Allah’a: Ya canını almasını ya da
Sevdiğini geri vermesini diler.
Cebrail olur ulak,
Hazreti Muhammed’e, Hazreti Ali’ye ulaşır dilek
Güler bu sefer felek.
Dualar edilirken kabrin başında
Tanrı’nın kudretiyle yerinden doğrulur Kerem,
Aslı’nın açılır gözü, güler yüzü.
Beraber Tebriz’e dönerler.
Kırk gün sonra Ziyad Padişah ölür,
Yerine Kerem padişah olur.
-III-
Sevgili yaşıttır ilk insan ile,
Yanacaksak Kerem gibi yanmalı.
Anlatıla gelir her lisan ile,
Yanacaksak Kerem gibi yanmalı.
‘‘Güzelsin sen yoktur menendin, mislin,
Boyun servi yanakların al güzel.
Huri midir aslın melektir neslin,
Dişin inci dudakların bal güzel.
Dinle gel sözümü ey saçı sümbül,
Ben sana bir güldüm sen bana bülbül,
Ya taze kız ya bir gelin ya bir dul,
Her ne isen benden haber al güzel.
Kerem eder senin kulun olayım,
Leyl ü Nehar dost kapında kalayım,
Ben de senden muradımı alayım,
Sende benden muradını al güzel.’’
Yaşatır gönülde getirir dile,
Âşık olan âşık dost olur güle,
Ne sılaya küser ne gurbet ele,
Yanacaksak Kerem gibi yanmalı.
‘‘Felek meni bağa bağban eyledi,
Bağlar ağlar bağban ağlar gül ağlar.
Dost bağının axmaz oldu suları,
Süsen ağlar sünbül ağlar sel ağlar.
Yağı tapib xına yaxam eline,
Alıb gedem vetenine eline,
Ne olar ki sarılaydım beline,
Kemer ağlar kaftan ağlar bel ağlar.
Terk eledim vetenimi elimi,
Elimden aldılar qonça gülümü,
Onuncun qürbete saldım yolumu,
Veten ağlar oba ağlar el ağlar.
Ördek kimi uçdum gölden göllere,
Ceyran kimi qaçdım çölden çöllere,
Kerem deyer düşdüm bednam dillere,
Gelen ağlar geden ağlar yol ağlar.’’
Sazının teline aşkını yayar,
Aslı’nın yüzünde halları sayar,
Her biri değerli yirmi dört ayar,
Yanacaksak Kerem gibi yanmalı.
‘‘Aslımın yüzünde on beş halı var,
Bir halı dünyaca male yetişir.
Bir halı mağrıba pençe salmıştır,
Bir halı cihanda lale yetişir.
Bir halı ediyor merde mert cengi,
Bir halı döğüyor cümle frengi,
Bir halı bozulmaz hiç onun rengi,
Bir halı, şulesi halka yetişir.
Bir halı budur ki ta arşa çıkar,
Bir halı odur ki alemi yıkar,
Bir halı budur ki cihanı yakar,
Bir halı şark ile garba yetişir.
Bir halı olmuştur gözlen süvari,
Bir halı görmüştür bunca diyarı,
Bir halı değiyor cihanın varı,
Bir halı da Kerem kula yetişir.’’
Aşığın her zaman gönlü gülistan,
Belki Erzurum’dan belki de Kars’tan,
Sınama amaçlı isterler destan,
Yanacaksak Kerem gibi yanmalı.
‘‘Gide gide bir sineğe düş oldum,
Yakın bildim bu sineğin işini.
Tuttum kılıç ile kellesin kestim,
Yedi dağ üstüne serdim leşini.
Sinek vızıladı uçtu havaya,
Yağın süzdük üç yüz altmış tavaya,
Yük eyledik doksan dokuz deveye,
Peşkeş ettik Kayseri’ye döşünü.
Sineği meydana tutup attılar,
Beş yüz kese akça yağın sattılar,
Kemiklerinden bir köprü çattılar,
Hesap ettik iki bindir yaşını.
Karışladım yedi karış dizi var,
Yüz otuz harmandan büyük gözü var
Seksen kantar iç yağının hası var,
Yazın görmüş zemherinin kışını.
Derisini çadır edip oturduk,
Etin kestik dört köşeye yetirdik,
Gürcistan’a Mirahur’a götürdük,
Açtık biz ağzını saydık dişini.
Ol sineği gören kaçtı geriye,
Karşı koydu yüz bin atlı çeriye,
Kanatların yelken ettik gemiye,
Fil burnundan uzun gördüm başını.
Ben bilirim karanlıkta geleni,
Gelip benim tatlı canım alanı,
Dertli Kerem söyler böyle yalanı,
Ya kim gördü o sineğin eşini.’’
Gönül tezgâhında aşkın nakkaşı,
Türküde divanda âşıklar başı,
Acıda hicranda gözlerin yaşı,
Âşık Kerem gibi var mıdır yanan.
Sayısız kalemden damlar kan ile
Nice düş kurdurur Aslı Han ile
Sığmaz bir Gülce’ye bir Giryân ile
Âşık Kerem gibi var mıdır yanan.
Vuslatî bulunmaz dünyada çarem,
Derde düş olanlar olurmuş verem,
Yoktur bu âlemde bir Dede Kerem,
Âşık Kerem gibi var mıdır yanan.
Osman Öcal
-
Banazlı Pir Sultan (GÜLCE-BULUŞMA)
Ne harem tutarız ne sürü koyun,
Bin saraya değer gönlümüz bizim.
Zalim karşısında bükülmez boyun,
Bir güle baş eğer gönlümüz bizim.
Hacı Bektaş Yunus Dede Korkutlar,
Her birinde bir başkaydı umutlar,
Çiğnese karanlık çökse bulutlar,
Her seherde doğar gönlümüz bizim.
Belleğinde yaza boza resmini,
Ayırmadan deli vasat kısmını,
Tarihi dağlayan bütün hasmını,
Top gül ile boğar gönlümüz bizim.
Altın cevherinden sarı telimiz,
Emanettir vatan kutsal ilimiz,
Ses bayrağı bizim ana dilimiz,
Gökten yıldız sağar gönlümüz bizim.
Bir derya ki; ilminde, coşkun coşkun çağlayan
Burçlarda dalga dalga,
Ses bayrağıma bayraktar.
Dünü bugüne bağlayan,
Her biri ölümsüzlük, her biri tarih
Nice şair var, âşıklar, nice ozanlar...
Bunlardan yalnızca biri; Banazlı Ozan
Ağaran tan, Pir Sultan...
‘‘Gel güzel yola gidelim
Adı güzel Ali ile
Açlar doyar susuz kanar
Leblerinin balı ile
İçilmez dolu içilmez
Sevgili yârdan geçilmez
İkisi birdir seçilmez
Has bahçenin gülü ile
Alim bana neler etti
Aldı beni dâra çekti
Üstüme yürüyüş etti
Elindeki dolu ile
Ağaç kurur devran döner
Kuş yuvaya bir dem konar
Doldurmuş dolusun sunar
Alim kendi eli ile
Erenler lokması nurdur
Lokmaya elini sundur
Pir Sultan’ım doğru yoldur
Alim kendi yolu ile’’
Diyen Pir Sultan;
Ölümcül baskılara karşı
Anadolu’ nun on altıncı yüzyılda
Haykıran sesi, boğulan nefesi…
Trajik bir idamla birlikte,
Türkmen halk ve ozanlarıyla
Efsanelere menkıbelere bürünmüş;
Bazen şiirler olaylara,
Bazen olaylar şiirlere uydurulmuş.
Tam olmasa da;
Halkın belleğinde, gönül sayfalarında
İdamı hayal gücüyle süslenmiş,
Öyküsü destanlaşmış bir hayat…
Horasan kökenli Türkmen’dir soyu,
Atası bir zaman yurt tutmuş Hoy’u,
Sivas Yıldızeli Banaz’dır köyü,
Gelişi Türkçedir özü Türkçedir.
Asasına yoldaş değirmen taşı,
Bir düş ile başlar destanın başı,
Pir’den bade içer yediyken yaşı,
Deyişi Türkçedir sözü Türkçedir.
Mürşit Hacı Bektaş, safı erenler,
Doldurur tekkesin gönül verenler,
Tasavvuf ehlini zındık görenler,
Kıblesi Türkçedir yüzü Türkçedir.
Söylencelerdeki Pir Sultan
Tekke eğitimi almış, okuryazar
Evliya ve peygamber menkıbelerini,
Tarikat kurallarını iyi bilir.
O bir Hak âşığı, o bir halk ozanı
O bir pir’dir.
Değişik Pir Sultanlar olsa da
Halkın gönlünde birdir.
Ehlibeyt aşığı Kızılbaş Türkmen’in zulüm gördüğü,
Sürgünlerin,
Kıyımların yaşandığı; Türk yurdunun
Türk’e dar geldiği zamandır zaman…
Pir Sultan sözdür, Pir Sultan saz
Pir Sultan özgürlük, Pir Sultan avaz…
Pir Sultan birliktir, dirlik Pir Sultan
Haktır helaldir, Hakk' a sevgidir
Türkmence haykırış, şafak Pir Sultan…
"Zındıktır, asidir, devlet düşmanı''
Osmanlı' ya göre; ''susturulmalı!''
Güreşi yalandan bir perdah ile
Asar Hızır Paşa bin günah ile
İdam sehpasında gönlü Şah ile
Yanışı Türkçedir közü Türkçedir.
Pir Sultan' ın şah'ı Türkmen Şah' ıdır
Tanrı'dır
Mürşittir, Şah'ı
Ali’dir...
‘‘Gidi Yezit bize Kızılbaş demiş
Meğer Sah’ı sevmiş dese yeridir
Yetmiş iki millet sevmezler Şah’ı
Biz severiz Şah-ı Merdan Ali’dir
Kırkımız da bir katara dizildik
Hak Muhammed ümmetine yazıldık
Hakikate şerbet olduk ezildik
Biz içeriz bize sunan Ali’dir
Gidi Yezit bizler haram yemedik
Batındaki gördüğümüz demedik
İkrar birdir dedik geri dönmedik
Yedileriz birincimiz Ali’dir
Muhammed dinidir bizim dinimiz
Tarikat altından geçer yolumuz
Hem Cibril-i emin’dir rehberimiz
Biz müminiz mürşidimiz Ali’dir
Pir Sultan’ım Nesimi’dir pirimiz
Evvel kurban ettik Şah’a serimiz
On ik’imam meydanında darımız
Biz şehidiz serdarımız Ali’dir’’
Söylence ve araştırmacılardan
Bilinen tek isim; Haydar’dır adı
Köpekleri helalci
Harama doymazken kadı!
Bu nasıl sevgidir, bu nasıl tutku
Ya Rab, bir yere sığmaz Pir Sultan!
Ya Erdebil' dedir ya Merzifon' da
Kuvvetli ihtimal Sivas Kepçeli
Dedik ya, mezarı bunlardan biri!
Pir Sultan geleneğinde
Gönül de bir, dil de bir
Niceleri ozandır,
Hepsi Sultan, hepsi Pir...
Hazmedilemez onun darağacına gidişi,
Ölümünden sonra bile ses olur, nefes olur
Telden tele vuran mızrap
Çığlık çığlığa haykırış, yas olur…
‘‘Ötme bülbül ötme şen değil bağım
Dost senin derdinden ben yana yana
Tükendi fitilim eridi yağım
Dost senin derdinden ben yana yana
Deryada bölünmüş sellere döndüm
Vakitsiz açılan güllere döndüm
Ateşi kararmış küllere döndüm
Dost senin derdinden ben yana yana
Haberim duyarsın peyikler ile
Yaramı sararsın şehitler ile
Kırk yıl dağda gezdim geyikler ile
Dost senin derdinden ben yana yana
Abdal Pir Sultan’ım doldum eksildim
Yemekten içmekten sudan kesildim
Zülfün kemendine kondum asıldım
‘Hakk’ı çok sevdiğim için asıldım’
Dost senin derdinden ben yana yana’’
Pir Sultan aşkıyla tutuşup yanan,
Benzer mahlas ile deyişler sunan,
Kaç sultan var ise bir dala konan,
Yokuşu Türkçedir düzü Türkçedir.
‘‘Çıktım yücesine seyran eyledim
Gönül eğlencesi küstü bulunmaz
Dostlar bizden muhabbeti kaldırmış
Hiçbir ikrarında ahdi bulunmaz
Zülüflerin top top olmuş çığalı
Rakiplerin Hak'tan olsun zevali
Bir günahkâr oldum doğdum doğalı
Günahkâr kulunun dostu bulunmaz
Kanı benim ile lokma yiyenler
Başı canı dost yoluna koyanlar
Sen ölmeden ben ölürüm diyenler
Dostlarda geriye kaçtı bulunmaz
Yine kırçalandı dağların başı
Durmadan akıyor gözümün yaşı
Vefasız münafık naşıdır naşı
Hakikat deminde desti bulunmaz
Bizde gezer idik irfanda sazda
Bizde bulunurduk cemde niyazda
Bize de gel oldu kanlı Sivas'ta
Hızır Paşa bizi astı bulunmaz
Pir Suttan Abdal'ım destim damende
İsmim Koca Haydar neslim Yemen'de
Garip başa bir hal gelse zamanda
Orda her kişinin dostu bulunmaz’’
Söylenceler,
Yakıştırma, kabuller...
Kimi yüzyılın devrimcisi,
Kimi Pir Silvanus yapmış Pir’i.
Kimi Osmanlı’ya isyankâr,
Şah Tahmasb’ın casusu...
Kimi der Şiî- Bâtıni inancında
Dili Türkçe, ayrı bir okul
Türk halk edebiyatının büyük şairi,
Yedi ulu ozandan biri…
İnmemek üzere burçlarda sancak
Kalemsiz kâğıtsız tarih
Şiir şiir çözülür ancak…
Toplumsal sorunlar dert olur başa,
Her çıkış yolunda söz geçer taşa,
Pir Sultan baş eğmez alıcı kuşa,
Çıkışı Türkçedir izi Türkçedir.
Türkmen edebiyatının kaynağı Yunus,
Kurucusu Kaygusuz,
Yücelten Hatayî.
En büyük şairi Pir Sultan
Ne halktan vazgeçmiş ne Hak’tan.
Geleceğe örnek kurmuş tarzını,
Deyişle nefesle sözün farzını,
Almak isteyene etmiş arzını,
İbresi Türkçedir gizi Türkçedir.
‘‘Ey erenler çün bu sırrı dinledim
Huzur-u mürşide irdim bu gice
Hakikat sırrını andan anladım
Erenler meydanın gördüm bu gice
Mürşidim Muhammed bildim yolumu
Rehberim Ali’dir virdim elimi
Tigbent ile bağladılar belimi
Evliya erkânın gördüm bu gice
Erenler râhına eyledim iman
Kalmadı gönlümde sek ile güman
Ne bilsin bu sırrı Yezid ü Mervan
Külli varım Hakk’a virdim bu gice
Andelip misali avaz iderek
Kati sema idüp pervaz iderek
Yedi âza ile niyaz iderek
Erenler erkânın gördüm bu gice
Pir Sultan’ım Hakk’a niyaz iderim
Erenler râhına doğru giderim
Külli varım Hakk’a teslim iderim
Hakk’ın cemâlini gördüm bu gice’’
-II-
Hecenin
Yedili, sekizli, on birli kalıplarıyla söylediği nefesleri
Türkü olup sarı telde,
Asırları yıkayıp akmış gönülde dilde…
Dinledin mi yürek erir;
Dini-Tasavvufi temalar
Öğüt, şikâyet, şathiye, ağıt, taşlamalar
Duazimam, muamma türlerini içerir.
Yol Yesevî yolu Yunus yoludur,
Türkistan Horasan Anadolu’dur,
Yandığı sinede pirdir uludur,
Yıkılmaz ayakta gönülde dilde.
‘‘Gönül gel karardan asma
Sözüm sana meveddettir
Gafillen bacadan düşme
Evvel kapu şeriattır
Şeriattan edep öğren
İlmle üstad olur oğlan
Al bu pendi belin bağlan
Kimi farz kimi sünnettir
Eğer bu sırra erersen
Dolan kapudan girersen
Tarikat farzın sorarsan
Yedi farz üçü sünnettir
Gelin görelim bu bâbı
Açılsın aşkın kitabı
Eğer anlarsan hesabı
Andan sonra tarikattır
Tarikat bir oddur yakar
Kimi ham kimi has çıkar
Her âşık bir çakmak çakar
Çırağın yakan üstaddır
Tarikatta kâmil olan
İlmi ile âmil olan
Bu yolda mükemmel olan
Evvel mertebe hizmettir
Hizmet erenler yoludur
Cümle ilmin evvelidir
Ahdimiz “kalû belî”dir
Bundan dönen kişi mattır
Kend’özümüze gelelim
Tarikat nedir bilelim
Yoklukta sefil olalım
İbtida yüz iradettir
İbtida tâlib olunca
Düşmana galib olunca
Dört can bir kalıp olunca
Menzili bî-nihayettir
Hakikat genc-i nihândır
Marifet gevher-i kândır
Yedi yüz yetmiş mizandır
Ötesi ilm-i hikmettir
Mürebb’olan Ali gerek
Dört kapuda eli gerek
Musahibin hali gerek
Zira Ali Muhammed’dir
Pir Sultan der “kalû belî
Dedik ya Murtaza Ali
Kim kadeh içer kim dolu
Bu bize bir acep derttir’’
Nefes nefes dolu aşkı Allah’a,
Ayini cemlerde girer semaha,
Nasıl anlatılır bilmem ki daha,
Yıkılmaz ayakta gönülde dilde.
Kesin tespit edilen eserlerinde
Allah, Rahman, Elif, Rab, Hüdâ, Rabbi
Dilber, Yaradan
Sultan, Didar, Yezdan, Hû, Mevla gibi
Sözcükleri aşk ile
Kullanmış Tanrı adına,
Üç yüzü aşkın sayıyla getirmiş dile.
‘‘Şah’ımın ırmağı aktur
Lezzeti şekerden çoktur
Bir Allah’tan büyük yoktur
Hak didim durdum yalınız’’
‘‘Pir Sultan’ım ismin aldım kaleme
Biz de razı olduk Hakk’tan gelene
Gösteren değil mi cümle âleme
Cümlenin muradın verir sabahtan’’
‘‘Ben hocamdan böyle aldım dersimi
Okur idim elif deyü be deyü
Kimse bilmez su cihanın harfinden
Tâ ezelden çağırırım Hû deyü’’
Mürşidi Muhammet rehberi Ali,
Kıymaz ayırmaya söylerken dili,
Önce Kızılbaş’tı şimdi Alevi,
Yıkılmaz ayakta gönülde dilde.
‘‘Mürşidim Muhammed bildim yolumu
Rehberim Ali’dir virdim elimi
Tıgbent ile bağladılar belimi
Evliya erkânın gördüm bu gice’’
‘‘Hû erenler bir müşkülüm var benim
Server Muhammed’in nuru kandedir
Aska düştüm gece gündüz yanarım
Muhammed Ali’nin nûru kandedir’’
Ali sevgisi bir başkadır Pir Sultan’da;
Tanrı’nın arslanı,
Cihanın kahramanı…
Ali’siz bir dünya
Ali’siz yol düşünemez…
‘‘Pir Sultan’ım söyler ganidir gani
Evveli Muhammed âhırı Ali
Anlardan öğrendik erkânı yolu
Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz’’
‘‘Alçağa tutmuş yüzünü
Hakk’a bağlamış özünü
Kırklar ile bir üzümü
Yiyen Murtaza Ali’dir’’
‘‘Gülün bağlar baka baka
Bağlar da gönderir Hakk’a
Ejderhayı iki şakka
Bölen Murtaza Ali’dir’’
Ve Allah, Muhammed, Ali
Yıkılmaz bir kale,
Şiir şiir, gönül gönül
Sevgi seli iman ile…
‘‘Allah birdir Hak Muhammet Ali’dir
Anın ismi cümle âlem doludur
Bu yol Hak Muhammed Ali yoludur
Gel Muhammed Ali dergâhına gel’’
Düşer perde perde Duazimamı,
Okşar nice gönlü aşkın zamanı,
Dünya var oldukça yürüsün namı,
Yıkılmaz ayakta gönülde dilde.
‘‘Hak Muhammed Ali geldi dilime
Kalma günahlara mürvet yâ Ali
Yine ihsân senden ola kuluna
Kalma günahlara mürvet yâ Ali
Hatice Fatıma mihr-i muhabbet
Allahım kuluna edesin rahmet
İmam Hasan, İmam Hüseyin Mürvet
Kalma günahlara mürvet yâ Ali
İmam Zeynel Abidin’e varalım
Derdimizin dermanını bulalım
Doksan bin erlere yüzler sürelim
Kalma günahlara mürvet yâ Ali
İmam Bâkır imamların serveri
Ol İmam Cafer imânım nuru
Allahım eydirme amanla zârı
Kalma günahlara mürvet yâ Ali
İmam-ı Musa-yı Kâzım er-Riza
Günahım çok imis diyeyim size
Allahım hidayet eylesin bize
Kalma günahlara mürvet yâ Ali
İmam Taki İmam Nakî’dir virdim
Anlara sığındım dayandım durdum
Hasan-ül Askere yüzümü sürdüm
Kalma günahlara mürvet yâ Ali
Pir Sultan’ım tamam oldu sözümüz
On iki İmam’a bağlı özümüz
Muhammed Mehdi’ye var niyazımız
Kalma günahlara mürvet yâ Ali’’
Vuslatî de bil ki Türkmen oğludur,
Türkistan’dan gelen Anadolu’dur.
Ardahan Edirne Mersin Bolu’dur,
Yıkılmaz ayakta gönülde dilde.
Osman Öcal
-
Kul Himmet (GÜLCE-BULUŞMA)
-I-
Tutup danıştık izana,
Vurduk kalemi mizana,
Deli gönlü zümrüt ayar,
Söz geldi başka ozana.
Tokat'tan verilen bir ses,
Çekti bizi nefes nefes,
Gönül kafesine koyar,
Aşkı daim olan herkes.
Gönül ferah huşu ile
Yokuş yola koşu ile
Dolanarak diyar diyar,
Vardık turna kuşu ile.
Almus ilçesinin Görümlü köyü,
Çizgisi Pir Sultan az kısa boyu,
Günümüze değin yürümüş soyu,
Ozanlar içinde ar’dır Kul Himmet.
On altıncı yüz yıl zaman karışık,
Başı kurban kendisiyle barışık,
Sönmemek üzere yanan bir ışık,
Ozanlar içinde nurdur Kul Himmet,
Öz adı Hüseyin köken Erdebil,
Oğlu Abbas ölmüş Şahin’i vekil,
Hanımı Fatma’dır hasreti sefil,
Ozanlar içinde yârdir Kul Himmet,
Anadolu vermiş nice cevherler,
Kapalı kutudan çıksın değerler,
Babasının adı Muhyittin derler,
Ozanlar içinde nardır Kul Himmet.
Kısıtlı bilgiler
Yaşamını anlatmaya gelmiyor kâfi.
Benliğine, inancına işlemiş
Şiirinde ‘Dedem’ diyor Şeyh Safi.
Şiir dilinin ustası, Türkçeye hakim ozan
Mücadele adamı,
Sorgulanıp, zulme uğramış zindan görmüş,
Kaçak yaşamış çok zaman.
‘‘Gel gönül kimsenin aybına bakma
Hazer kıl sevdiğim değme gönüle
Arif ol cihanda bir gönül yıkma
Hazer kıl sevdiğim değme gönüle
Daim aşk atına bin de atlı gez
Edep öğren erkân öğren otlu gez
Gönül yıkma halk içinde tatlı gez
Sakın ey sevdiğim değme gönüle
Yoldaş eyle iman gibi dostunu
Amel kazan aramazlar aslını
Turap ol ki çiğnesinler üstünü
Hâk ol ey sevdiğim değme gönüle
Cihad eyle günahların tartasın
Bir amel kazan ki Hakk’a yetesin
Şaar gibi her gördüğün örtesin
Pir ol ey sevdiğim değme gönüle
Kul Himmet dilimde zikrim Muhammed
Aşk dolusun içtim Hüda’ya minnet
Dinar ile satın alınmaz cennet
Hazer kıl sevdiğim değme gönüle’’
Pir Sultan çevresinde yetişip, onu izler
Bir Alevi- Bektaşi ozanı, yedi uludan birisi;
Tarikat ışığından gelir sevgisi.
Ne sakınır ne gizler,
Bütün nefeslerinde Hazreti Ali
İçtenlikle anılır,
On iki İmamlar, Hacı Bektaşi Veli.
Bir kutsal mirastır,
Kuşaktan kuşağa taşınır eserleri;
Cemlerde nefes nefes söz olur dökülür sazla,
Hakk’a varır niyazla…
Vefasız bir dünya kaç ozan yedi,
Beden can boşadı ünü ölmedi,
Sürdükçe insanlık yaşar ebedi,
Yıkılmaz bir kale surdur Kul Himmet.
-II-
Yaşamları, kültürleri, ilimleri
Tarih sayfalarına girmemiş
Her birisi bir hazine, bir ocak;
Sözlü geleneğe bağlı olarak yaşatılan
Ölümsüz birer abide, geleceğe ışık olan
Ozanları tanımak
Eserleriyle mümkündür ancak.
Halkın gönlüne zimmet,
Eşsiz nefesleriyle tanınır Kul Himmet.
Fatiha suresi Seb'ul Mesâni,
Tekrarlanıp duran bilinir hani,
Kur’an’da ilk sure, özüdür yani,
Okuyup sırrına ermiş Kul Himmet,
Türab olmuş EbuTürab yolunca,
Bir bülbül misali âşık olunca,
Ölümüne yanıp özün bulunca,
Ali bahçesinden dermiş Kul Himmet.
‘‘Sebü'l-mesani kitabını okusan
Türablıktan a'lâ yol mu bulunur
Bülbül olsam dört kapıda şakısan
Türablıktan a'lâ yol mu bulunur
Türab ol ki çiğnesinler üstünü
Anda fark et düşmanını dostunu
Nesimî gibi yüzdüregör postunu
Türablıktan a'lâ yol mu bulunur
Türab ide özün türab ol türab
Kalbindeki kini kibrini bırak
Muhammed Ali'nin cemâlin görek
Türablıktan a'lâ yol mu bulunur
Şükür türablıktan doğrudur yolum
Ali'ye de malum ahvalim halim
Balım Sultan Haydar kend'aslan Ali'm
Türablıktan a'lâ yol mu bulunur
Balı'yı türab eden aşkın meyidir
Ali Seydi Şah İbrahim soyudur
Türablıktan Şah-ı Merdan huyudur
Türablıktan a'lâ yol mu bulunur
Kul Himmet'im ‘Kulhüvallahü ahad’
Cesetimden can kalmadı bu saat
Dünü günü bildim idim Muhammed
Türablıktan a'lâ yol mu bulunur’’
Bilgi haznesinde Hakk’ın kitabı,
Dururken niyaza bulur mihrabı,
Nazardır cahile keskin hesabı,
Muhataba cevap vermiş Kul Himmet.
‘‘Eğer din bâbından haber sorarsan
Söyle kelâmını bildir efendim
Sual eyle ihsân olsun kelamlar
Bilemezsem hâlim nedir efendim
Bir günün farzını on yedi bildim
Yiğirmi sünneti üç vitir kıldım
Sualine cevap vermeye geldim
Veremezsem döv de öldür efendim
Sabah dört öğlen on belli beyandır
İkindi sekizdir deme ziyândır
Akşam beş yats'on üç vitir tamamdır
Bunu da böylece kıldım efendim
Altmış altı er kaleyi boyladım
Altı yüz teravihi hesap eyledim
Ben bir divaneyim böyle söyledim
Buncağız kusura kalma efendim
Kıyas et meydandan geri kalırım
Aç gözünü sana hoca olurum
Bir yıllık namazı ezber bilirim
Var senden kaçan kördür efendim
Beş bin yüz yirmi farzıdır heman
Yedi bin iki yüz sünnettir tamam
İncil'le Zebur Hak delili Kur'an
O da bir sırdır ermen efendim
Seyyid gibi sen secdeye oturmuş
Köylü sana yağlı pilav getirmiş
Bana sen de neden sual sorarsın
Balı kaymağı da yersin efendim
Sözü m'olur sencileyin özü çürüğün
Yüzün görme yüzü gözü buruğun
La bak aşağı indirmişsin sarığın
Korkarım başında güldür efendim
Herhalde ilerü gelemez deyü
Sualime cevap veremez deyü
Kul Himmet ile baş edemez deyü
Korkarım el sana güler efendim’’
İnancı bellidir kültürü belli,
Ehl-i beyt aşığı sevdiği Ali,
Mürşidi bilinir Bektaş-ı Veli,
Serini yoluna sermiş Kul Himmet.
‘‘Bektaş-ı Veli'nin yolun bilmeyen
Gündüzü karanlık gece sayılır
Evlad-ı Âli'ye biat etmeyen
Zümresi münafık pice sayılır
Evlad-ı Mürsel'dir tutmazsa damen
Anlardan ıraktır din ile iman
Kim Ali evlada ederse güman
Yüz bin emek çekse hiçe sayılır
Arşın yücesidir başının tacı
Ka'be'ye ulaşır zülfürün ucu
Ehl-i beyt katarı güruh-ı naci
Cümle güruhlardan yüce sayılır
Kul Himmet'im bu manaya erenler
Zamanında imanını bulanlar
Hazret-i Hünkâr'ı mürşit bilenler
Bir niyazı yüz bin hoca sayılır’’
Dili halk dili Türkçe,
Yedili, sekizli, on birli; ölçüsü hece.
Konu, şimdiki deyişle Alevilik öğretisi
Nefesler, şathiyeler, maniler…
Ozan soylu Duazimamlar,
Vurur mızrap tel iniler.
‘‘Her sabah her sabah ötüşür kuşlar
Allah bir Muhammed Ali diyerek
Bülbül de gül için figana başlar
Allah bir Muhammed Ali diyerek
Fatma Düldül Kamber durdu duaya
İsa kahreyledi ağdı havaya
Şehriban soyundu bindi deveye
Allah bir Muhammed Ali diyerek
Gece gündüz arı inler balına
Kıblemizden kısmetimiz verile
Veysel Karan gitti Yemen eline
Allah bir Muhammed Ali diyerek
Biz çekelim imamların yasını
Dinleyelim gerçeklerin sesini
İmam Hasan içti ağu tasını
Allah bir Muhammed Ali diyerek
Mümin olan inc'elekten elendi
Talip olan Hak yoluna dolandı
Şah Hüseyin al kanlara bulandı
Allah bir Muhammed Ali diyerek
İmam Zeynel parelendi bölündü
Muhammed Bakır'a secde kılındı
İmam Cafer'e de erkân çalındı
Allah bir Muhammed Ali diyerek
Uçtu gönül kuşu bulmaz yuvası
Serimize çöktü Şah'ın havası
Musa Kazım Rızan'nın da duası
Allah bir Muhammed Ali diyerek
Taki ile Naki bir olup gitti
Ol Hasan Askeri nur olup gitti
Mehdi mağarada sır olup gitti
Allah bir Muhammed Ali diyerek
Dört kitap indi de dördüne düştü
Kur’an Muammed'in virdine düştü
Kul Himmet Ali'nin derdine düştü
Allah bir Muhammed Ali diyerek’’
Maniler dizi dizi
Eğler içinde gizi,
Okuyup anlayanlar
Bulur tarihten izi.
‘‘………………….
Makalatın ahiri
Cemalatın zuhuru
Şeyh Safi'ye değiptir
İmam Cafer mühürü
……………………
Pard'olur Şah pard'olur
Eşikte niyaz d'olur
Erenler dem erince
Kış içinde yaz olur
…………………….
Mana erişti yüze
Yüz gören vermez yüze
Arifler sohbetidir
Armağan geldi bize
………………………’’
Sözlü gelenekte
Halkın sevgisi, halkın sahiplenişinden
Şiirler karışır, ozanlar karışır.
Değişime uğrar bazen
Gönül incileri mısralar;
Aynı şiiri
Bazen Kul Himmet’e söyletir,
Bazen Kul Himmet Üstadım’a.
‘‘Kul Himmet’tir adımız
Burda yoktur padımız
Şâh-ı Merdan aşkına
Hak versin muradımız’’
‘‘Kul Himmet Üstadımız
Onda yoktur yadımız
Şah-ı Merdan aşkına
Hak vere muradımız’’
Kul Himmet Üstadım ayrı bir ozan,
Kul Himmet yolunda nefesler yazan,
Kul Himmet kılavuz Kul Himmet mizan,
Ezayı cefayı görmüş Kul himmet.
Sözlü gelenek içinde bir ‘mit’
Bilir Usta Kul Himmet.
‘‘Kurtla kıyamete kalmak’’
Bir deyimdir Anadolu’da,
Genç gelin yaşlı kaynanaya:
“Ölmedi gitti,
Kurtla kıyamete mi kalacak ne?” sözü,
Kıyamet günüyle ilgili anlatının özü;
Dünyanın sonu geldiğinde
Âdemoğlu yok olacak,
En sona bir kurt kalacak.
Varyantlaşmış bir deyim
‘‘Kıyamette kurt olmak’’
Azerbaycan dilinde bedduaya dönüşmüş:
“Kıyamette kurt olasın”
Bu ‘mit’teki anlatı
Kıyamet günü Sûr’a üflendiğinde
Bütün canlılar ölecek,
Dağlar yerle bir olacak,
En sona bir bozkurt kalacak;
Korkunç rüzgâr, tüylerini yolacak,
Derisi soyulacak etleri lime lime…
Acı çekecek direnecek,
Son ana kadar ayakta kalacak.
‘‘Pare pare yalan dünya
Yalan dünya değil misin
Hasan ile Hüseyin'i
Alan dünya değil misin
Ali bindi Düldül ata
Âşık dayanır firkate
Bozkurt ile kıyamete
Kalan dünya değil misin
Ali'nin Düldül'ün alıp
Arslanını dağa salıp
Yedi kere üste kalıp
Dolan dünya değil misin
Ah şu kaşa ah şu göze
Ciğer kebap oldu köze
Muhammed'i bir ham beze
Saran dünya değil misin
Yetik Kul Himmet'im yetik
Gerçeğin eteğin tutup
İnsan gül ot gibi bitip
Dolan dünya değil misin’’
Deneyen yanılır aşkın gücünü,
Vuslat’î diyor ki burulmaz ünü,
Yaşatır şairler gönlünde dünü,
Nice ozan izin sürmüş Kul Himmet.
Osman Öcal
-
Çukurovalı Karacaoğlan(GÜLCE-BULUŞMA)
-I-
Çalıp çalıp söylemez mi,
Aşkı gönlünde yüzdüren.
Kimler geldi kimler geçti,
Başına taşlar dizdiren.
Yüreği dönmüş talana,
Tozar dolana dolana,
Yanıp ta Mecnun olana,
Leyla’dır çölü gezdiren.
Bülbülün yangını güle,
Köz erirse döner küle,
Ve Ferhat’a külünk ile
Şirin’dir taşı ezdiren.
Sonsuzluğa kalan ışık,
Sever bir zülfü dolaşık,
Karacaoğlan bir âşık,
Elif’tir Türkü düzdüren.
Demir dağda meşin körük,
Yaylalarda Türkmen-Yörük,
Telli cura, atı yüğrük,
Gurbettir candan bezdiren.
Belgrad’dan Türkistan’a,
Tutsak bir can al fistana,
Döker yaşın gülistana,
Yüreğinden kan sızdıran.
Dökülürken lime lime,
Dolandı kalem elime,
Adı Türkçe öz dilime,
Sevdadır bana yazdıran.
Nasıl anlatayım ey âşık seni,
Söyle Karac’oğlan de hele bana.
Yardım et müşküle bırakma beni,
Söyle Karac’oğlan de hele bana.
Osmanlının okumuşu aydını,
Divan şairinin tutmuş kaydını,
Halk ozanlarının neyse aybını,
Söyle Karac’oğlan de hele bana.
Gönülde sevda, elde saz,
Sinede kor, dilde avaz,
Ama yaşadığı yüzyıl, doğumu, ölümü,
Ve memleketi
Tutsak kalmış bilinmezlik içinde.
Nice ozanlar nice Karacaoğlanlar,
Sözlü gelenekte, değişe değişe
Konu olmuş hikâyelere.
Sevdikçe büyütülmüş, büyüdükçe sevilmiş;
Kulaktan kulağa destan olmuş destana.
Efsaneler yüklenmiş şiirlere, Türkülere;
Söylendikçe çoğalmış, çoğaldıkça dağılmış.
Dağılmış il il, ülkü ülkü;
Balkanlardan Türkistan’a.
Belgrat neresi, Kırım neresi,
Azerbaycan, Türkmenistan neresi
Söyle Karac’oğlan de hele bana.
On beşinci yüzyıl ya da on altı,
Seven halkın sana bir iltifatı,
On yedinci yüzyıl olmaz mı çatı,
Söyle Karac’oğlan de hele bana.
Bin altı yüz altı açışın desem,
Yetmiş dokuz yılı göçüşün desem,
Hak mı doksan dokuz uçuşun desem,
Söyle Karac’oğlan de hele bana.
Sorarsam boyunu Salur boyu mu,
Feke’de Gökçeli çözmez düğümü,
Aşiretin Varsak Farsak Köyümü,
Söyle Karac’oğlan de hele bana.
Hikâyeyle dolu zor hayatınız,
Halil midir İsmail mi adınız,
Hasan’dan mı Türkü Türkü tadınız,
Söyle Karac’oğlan de hele bana.
Çilingiroğlu mu Sayıloğlu mu?
Sevdiğin Elif mi uzun boylu mu,
O da senin gibi Varsak soylu mu,
Söyle Karac’oğlan de hele bana.
Bir gönülde dokuz gülü saklamak,
Her birini bir diyarda koklamak,
Nasıl olur bilmem bunu aklamak,
Söyle Karac’oğlan de hele bana.
Her gelin her kızı güzel mi buldun,
Her çeşme başında âşık mı oldun,
Hepsi Elif miydi hasretle doldun,
Söyle Karac’oğlan de hele bana.
Şerife’yle Meryem Karakız Eşe,
Emine Zeliha Zeynep ve Ayşe,
Tamamı bir Elif kâr mı ateşe,
Söyle Karac’oğlan de hele bana.
Rumeli Yozgatlı Van’a ek misin,
Şiirlere budak mısın kök müsün,
Yüzyıllarda farklı yoksa tek misin,
Söyle Karac’oğlan de hele bana.
On yedinci yüzyılın
En büyük lirik saz şairi Karacaoğlan,
Adanalıdır, Çukurovalıdır, Türkmen’dir.
Çok gezer, çok görür, götürülür ilden ile,
Söylenir, oba oba, aşiret aşiret dilden dile.
Anadolu’da, Kırım’da, Türkmenistan’da
Efsaneleşir Balkanlarda, Azerbaycan’da.
Osmanlıdan nasibini alır,
Humus’u, Halep’i, Rakka’yı görür,
Ünü, yürür ha yürür…
Çukurovalı Karacaoğlan,
Gönüllerde doğmuş gönüllerde gömülü;
İhtimal ki:
Bin altı yüz altı Feke Gökçeli doğumlu,
Kara İlyas’ın oğlu.
Anasız babasız kalır küçük yaşta;
Belki yayla inişi belki bir kışta;
Akrabalarıyla Düziçi Farsak köyüne göçer.
Bir ihtimal daha, Tarsus’un yeni sesi,
Doğumu, Kusun bölgesi.
İlk gençliği, bir çobana yamak,
Bey kızı Elif’i sever, yanar tutuşur;
Elif de Karacaoğlan’a…
Zaman zaman iki âşık buluşur.
Fakat bir bey oğlu da ister Elif kızı,
Görüştürmezler artık Karacaoğlan’la,
Başlar ilk ayrılık, ilk sızı.
Andırmazlar adını, gözletmezler yolunu.
İnatçıdır Karacaoğlan, döverler,
Döverler de kırarlar kanadını kolunu.
Obanın kocaları başını bağlamak,
Bir dul kadınla evlendirmek isterler;
Gurbet görünmüştür artık,
Özlemler, isyanlar, arayışlar, alıp gider başını,
Bazen yalnız bazen göçen bir obayla
Dolaşır, yayla yayla, il il, yurt yurt…
Antep, Kırşehir, Erzurum, Tarsus, Mut…
Maraş’ta Zulkadiroğlu Hüsam Bey himayesinde,
İlim alır, geçer sınıfı cura dersinde.
Mızrabı ortak eder yasına,
Yanar da yanar hasret ateşinde;
Uzun yıllar dönemez obasına.
Kozan beyleri el altından haber salıp:
‘‘Dönsün gayri ama Elif’in adını anmasın’’
Derler, döner.
İzler uzaktan uzağa sevdiğini, erir;
Ölümden acı gelir,
Tekrar gurbete çıkar, ta ki ölünceye kadar.
Elif’ten başkasını sevmemiştir,
Ve evlenmemiştir.
Yıllar, ah o zalim yıllar…
Yaşlanmıştır artık, elleri titrer, gözleri karanlık,
Gönlü viranlık…
Elif’in mezarı bir tepenin başındadır;
Karşısında bir tepe, tepede mağara,
Girer, bir daha çıkmaz doksan üç yaşında.
Bazen oradan geçen çobanlar Türkülerini dinler.
Ya da Hodu yaylasında yatar, bir pınar başında.
Daha nice nice yer derler, sahiplenirler,
Bütün Yörükler-Türkmenler.
Binboğa dağları Kozan yaylası,
Aladağlar, Bolkar Çukurova’sı,
Tutar mı şu zaman sevda mayası,
Söyle Karac’oğlan de hele bana.
-II-
‘‘Karac'oğlan der ki kolu kırarım
Nedir yüce dağlar size zararım
Ararsam pınarın gözün ararım
Bulanmış da durulmuşu n'ideyim’’
Diyen Karacaoğlan esin olur,
Nice ozana, nice saire…
Türkülerine Türküler katılır,
Şiirleri bestelenip günümüze taşınır
Yerli, yabancı çok kişi tarafından araştırılır;
Hakkında çok sayıda kitap,
Yüzlerce yazı yazılır,
Film yapılır adına.
Eserleri başka dillere çevrilip,
Bilge kişisi kabul edilir Anadolu’nun.
Tarihi süreç içerisinde dağa, tepeye
Adı verilir birçok köye.
‘‘Kula da sevdiğim kula
Kolunu boynuma dola
Sarılalım ince bele
Bülbüller öttüğü zaman
Kaç güzel karşımda durma
Ölürüm kanıma girme
Yüzünü benden çevirme
Yanına vardığım zaman
Yolunu ayırma benden
Gönül vazgeçer mi senden
Meğer can ayrılır tenden
Senden ayrıldığım zaman
Karac'oğlan el duymasın
Yanında engel olmasın
Üç gece sabah olmasın
Sarılıp yattığım zaman’’
Divan Edebiyatının Halk Edebiyatına
Hükümran olduğu,
Tekke Edebiyatının hüküm sürdüğü
Devirdir zaman.
Karacaoğlan etkilenmez, kullanmaz aruzu.
Halkın içinde, halkın diliyle öz Türkçe;
Hecenin on birli ve sekizli kalıplarıyla
Koşma, semai ve varsağı türlerinde
Çalar söyler nice gurbet Türkülerini, güzellemeleri.
‘‘Kadir Mevlâm senden bir dileğim var
Şu dileğim kabul eyle Yaradan
Dört dilek diledim ziyana gitti
Ağlattığın kulu güldür Yaradan
Kömür gözlüm ne sallanın karşımda
Gündüz hayalimde gece düşümde
Bir güzelin sevdası var başımda
Yâr sevdası çetin olur Yaradan
Nasıl vazgeçeyim şu şirin candan
Adam vazgeçer mi böyle civandan
Ben güzelim diyor kaçıyor benden
O da benim gibi kuldur Yaradan
Karac'oğlan der ki: Yakıp yandırma
Şu gönlümü engin göle kondurma
Azrail gönderip canım aldırma
Sevdiğime canım aldır Yaradan’’
Karacaoğlan halkın duyarlılığını çıkarır öne,
Söz sanatlarını da kullanarak,
Süslemelerden, özentilerden uzak;
Bağlı kalır halkın düşüncesine.
Halkın beğenisine uygun, yöresel kültür içinde
Halkın özüne yatkın bir havayı egemen kılar.
Yöresel kelimeleri, yöresel adları kullanır sıkça,
Bir Türkmen dil koruyucusudur açıkça.
‘‘Katar katar olmuş gelen turnalar
Şu halıma şu gönlüme bak benim
Şahan pençe vurdu tüyüm ağarttı
Kanadıma bir ok vurdu berk benim
Gökyüzünde turnam bölüktür bölük
Ayrılık elinden ciğerim delik
Önü muhabbet de sonu ayrılık
Depreştirmen eski yaram çok benim
Gittim gurbet ile geri gelinmez
Kim ölüp de kim kaldığı bilinmez
Ölsem gurbet ilde gözüm yumulmaz
Anam atam bir ağlarım yok benim
Karac'oğlan der ki: Bre erenler
Gidiyorum mamur olsun örenler
Kavim, kardaş konuştuğum yarenler
Sevindirip çıracığım yak benim’’
Güney illerinde, Toroslar’da
Aşiretler içinde‘‘Karacaoğlan çığırması’’
Kalıplaşmış, Türkü söylemek yerine kullanılır.
Çoğunlukla şiirlerinin hammaddesi doğa ve sevgidir,
Gurbet Türkülerinin, aşk Türkülerinin babasıdır.
Aynı zamanda Varsak Türklerine özgü varsağılar
Türkülerin hasıdır…
‘‘Bre ağalar bre beyler
Ölmeden bir dem sürelim
Gözümüze kara toprak
Dolmadan bir dem sürelim
Amen hey Allahım aman
Ne aman bilir ne zaman
Üstümüzde çayır çemen
Bitmeden bir dem sürelim
Buna felek derler felek
Ne aman bilir ne dilek
Âhir ömrümüze helâk
Etmeden bir dem sürelim
Karacaoğlan der cânân
Güzelim sözüme inan
Bu ayrılık bize heman
Ermeden bir dem sürelim’’
Karacaoğlan, çağdaşlarını etkiler,
Etkilenir kendinden sonra gelenler.
Ünü yayılır diyar diyar, taşar sınırları.
Benimser Azerbaycan, Kırım, Türkmenistan.
O kadar ki;
Türkmenistan Gızıletrek’te doğduğu,
Magtımgulı'ndan hemen önce yaşadığı,
Anadolu’ya sonradan göçtüğü dillendirilip,
Yazıya dahi geçirilir. Türkmence söylenir.
‘‘Dinleyelin dağ başında pıganı
Görelin ne diymiş o Leyla Leyla
Uğra yar yanına eyle salamı
Dayım ezberimiz bu Leyla Leyla
Pelek çakmağını eyledi çengel
Men yara giderken bırakmaz engel
Ölürsem, sövdüğüm üstüme sen gel
Gözün yaşı ile yuv Leyla Leyla
Pelek çakmağını üstüme çakdı
Meni bir onolmaz derde bırakdı
Vücudun nehrini otlara yakdı
Yandım ataşına suv Leyla Leyla
Garacaoglan diyr ki sen de heman ol
Huplara garış da sen de tamam ol
Men ölürsem, cınazama imam ol
Gıl gara zülpüne "Hüv!" Leyla Leyla’’
Azerbaycan’da hakkında kitap yazılır,
Türk soylu halkların öz şairi bilinir.
Gedebeyli’de doğdu denilir, sahiplenilir.
Sevgidendir sevgiden
Var sahiplensin Türk yurtları,
İyidir bilinmemekten, iyidir kimsesiz kalmaktan,
Yeğdir unutulmaktan.
‘‘Susayırsan can almağa
Qaytan qaşi qara Sedef
Vurubdur ol kirpiklerin
Bu sineme yara Sedef
Sen menim sohbetim sözüm
Senden ayrı nece dözüm
Xesteyem düşübdür gözüm
Qoynundaki nara Sedef
Men mayılam şirin dile
Ağ üzünde qara tele
Mecnun kimi salıb çöle
Eyleme avara Sedef
Yaxm dosta hiyle qurma
Seyrağıba yaxın durma
İnsaf ele gel qucdurma
Ter qoncam xara Sedef
Sensen dağların ceyrani
Olum gözlerin qurbanı
Çekme Qaracaoğlan'ı
Tellerinden dara Sedef’’
Susamış gönlü kandıran,
Kara telli zülüf müdür.
Karac’oğlan’ı yandıran,
Sedef midir Elif midir?
‘‘İncecikten bir kar yağar
Tozar Elif, Elif diye
Deli gönül abdal olmuş
Gezer Elif Elif diye
Elif'in uğru nakışlı
Yavru balaban bakışlı
Yayla çiçeği kokuşlu
Kokar Elif, Elif diye
Elif kaşlarını çatar
Gamzesi sineme batar
Ak elleri kalem tutar
Yazar Elif Elif diye
Evlerinin önü çardak
Elif'in elinde bardak
Sanki yeşilbaşlı ördek
Yüzer Elif Elif diye
Karac'oğlan eğmelerin
Gönül sevmez değmelerin
İliklenmiş düğmelerin
Çözer Elif Elif diye’’
Yaşa Karac’oğlan bin yaşa emi;
Karaya bindiren kaptansız gemi,
Ne kültür beğenir ne de ülkemi,
Bırakmış pınarı sel ile oynar.
Kaşır yaramızı sızımız dinmez,
Oturduğu tahta yapışır inmez;
Anasından aldığını beğenmez,
Bir marifet sayar dil ile oynar.
‘‘Nasıl methedeyim böyle güzeli
Elinde bergüzar gül ile oynar
Elma yanak kiraz dudak diş sedef
İspir ala gözler mil ile oynar
Cennete misaldir göğsünün ağı
Sineme bastın da ateşten dağı
Korkarım ki yad el bekler bu bağı
Bülbül eğlencesi gül ile oynar
İnciden, mercandan beyaz yanağı
Meles gömlek koç yiğidin konağı
Seher vakti ıssız koyma sulağı
Telli yeşil turnam göl ile oynar
Salâvat getirsin cemalin gören
Bakışın turna da sekişin ceran
Uğradığın yeri edersin viran,
Bülbül has bahçede gül ile oynar
Karac'oğlan der ki kılayım nazar
Bilezik takmaya kolların çözer
Giyinmiş kuşanmış sallanır gezer
Gümüş kemer ince bel ile oynar’’
Değer bir güzele değer bin bir ah,
Pirimiz sen oldun sensin padişah,
Vuslatî sevdadan der miyiz eyvah,
Söyle Karac’oğlan de hele bana.
Osman Öcal
-
Kayıkçı Kul Mustafa (GÜLCE- BULUŞMA)
-I-
Türk’ün kaderinde cilveli şehir,
Arap kurdu yine döndü Arap’a.
Şaha bölüp kızıl akarken nehir,
Baş koyanda göz belendi türaba.
Üstünlük uğruna yapılan savaş,
Her savaşta yere düşen aynı baş,
Biri Sünni biri Türkmen Kızılbaş,
Nerde ola Bağdat dönmüş seraba.
Uğruna nice Türk kanının döküldüğü Bağdat;
Osmanlı devleti tarafından fethinde
Bıyığı yeni terleyen Aksaraylı Genç Osman,
Elinde bayrak, burçta son adım…
Aldığı bir okla yaralanır, düşer Dicle nehrine.
Kahraman ilan edilir, adı destanlaşır Anadolu’da.
Farklı söylence farklı yazımları olan,
Şairini ölümsüz kılan şu şiirle:
‘‘İptida Bağdat’a sefer olanda
Atladı hendeği geçti Genç Osman
Vuruldu sancaktar kaptı sancağı
İletti bedene dikti Genç Osman
Eğerleyin kıratımın ikisin
Fethedeyim düşmanların hepisin
Sabah namazında Bağdat kapısın
Allah Allah deyip açtı Genç Osman
Sultan Murat eydür gelsin göreyim
Nice kahramandır ben de bileyim
Vezirlik isterse üç tuğ vereyim
Kılıcından alkan saçtı Genç Osman
Kul Mustafa karakolda gezerken
Gülle kurşun yağmur gibi yağarken
Yıkılası Bağdat seni döğerken
Şehitlere serdar oldu Genç Osman’’
Hayatı şiirlerinde saklı,
On yedinci yüzyıla nikâhlı.
Halk edebiyatı ozanı,
Birçok halk şairinden farklı:
Yeniçeri ocağından olup,
Katıldığı savaşlarda gördüklerini anlattığı
Şiirleriyle, özellikle Genç Osman ile ünlü
Çöğür ustası Kayıkçı Kul Mustafa,
Aydın Nazillili olma ihtimali yüksek…
Doğumu belirsiz,
Ölümü bin altı yüz elli sekiz veya dokuz.
Yeniçeri ocağında kayışçıdır, anılır öyle.
Savaştır, ölümdür, fetihtir konu,
Murat Reis ile Cezayir seferi;
‘Kayıkçı’ ön adıyla tanıtır onu,
Sanılır öyle.
‘‘Kalktı yelken eyledi Murat Reis
Baş başa düşmana varırım demiş
Vaktinize hazır olun gaziler
Ya ser verir ya ser alırım demiş
Biz şaşırttık ol düşmanın yolunu
Kimse bilmez gazilerin halini
Hazır edin kumandanın birini
Alırım yedekte sürürüm demiş
Türk pirleri eydür kurtarın bizi
Biz de dedik Allah kurtarır sizi
Ölenimiz şehit öldüren gazi
Gün bugünkü gündür ururum demiş
Kul Mustafa’m daim söyler özünden
Gaziler de cenk eylemiş yolundan
Koyuverin Türk’ü bilek demrinden
Boyuna küffarı vururum demiş’’
Koçaklamaları asker arasında yayılan,
Dinleyene heyecan veren destandır birer.
Genç Osman destanından
Değişik nice hikâyeler türer.
Anadolu insanı arasında anlatılıp gelir
Buram buram bugüne değin.
Bektaşiliği benimsediği söylenir,
Çağdaşı başka Kul Mustafalar olsa da
Şu nefes onundur denir.
‘‘Bu aşka pek bağlananın
Cümlesinde bilim vardır
Açılmış hüsnünde güller
Bir yavru bülbülüm vardır
Niyaz eder yâr ararım
Gâhi sineme sararım
Hublara kalmaz kararım
Bir acayip halim vardır
Yavru, bize etme cefa
Şivelerin ruha gıda
Bu serim yolunda feda
Ne rızkım ne malım vardır
Keman etmiş kaşın çatar
Cefaları bize yeter
Kirpiği okunu atar
Karşıda bir zalim vardır
Mustafa iste yârinden
Salâvat ver muradından
Cansız duvarı yürüten
Hacı Bektaş Veli'm vardır’’
-II-
Yaşadığı dönemde halk edebiyatı, şairler
Etkilense de aruz vezninden,
Etkilenmez Kayıkçı.
Halkın zevkine bağlı doğal bir söyleyiş,
Hece vezni, daha gelişken uyaklar…
Zaman zaman hatalar olsa da
Destanlar dışındaki diğer şiirler
Daha akıcı, sade bir dil, Türkçe kökenli sözcükler
Ve yüzyılın ilk yarısında kavuşur üne.
Seslendirilen Türküler,
Asırları boğarak gelir bugüne.
‘‘Vaktine hazır ol ey Acem şahı
Mağribden üstüne asker geliyor
Yakacaktır tacın ile tahtını
Sultan Murad Han'dır kendi geliyor
Sultan Murad Handır gelen kendidir
Otuz bini zırhlı kırk bin Hindidir
Kaçamazsın ahir vaktin şimdidir
Kırk elli bin ehl-i tımar geliyor
Elli bin de benim benim deyici
Altmış bin de şirin cana kıyıcı
Yetmiş bin de siyah postal giyici
Seksen bin de Tatar Han'dan geliyor’’
Diye devam eden manzumesiyle,
Şah Abbas’ı Acem diye nitelemesi
Bir Osmanlı görüşü…
Halk edebiyatı şairlerince desteklenmesiyle
Yeni bir şiir türü:
‘Yürüyüş Destanı’nın doğmasına, olur vesile.
Sevda şiirlerinde, lirizmde usta;
Şaha kalkar duygular,
Aşar bendini coşku;
Dinleyende, okuyanda bırakmaz kuşku.
‘‘Çünkü dilber bana meylin yoğ idi
Ezelinden ikrar vermiye idin
Muhabbettir güzelliğin nişanı
Uğrun uğrun bakıp gülmiye idin
Hani benim ile yiyip içtiğin
Yiyip içip ak göğsünü açtığın
Şimden sonra fayda etmez kaçtığın
Soyunup koynuma girmiye idin
Siyah zülfün mah yüze etmiş perde
Sen uğrattın beni bin türlü derde
Ben kendi hâlimde gezdiğim yerde
Arayıp bergüzâr vermiye idin
Kul Mustafa'm eydür canadır kastım
Çok ağlattı beni gözleri mestim
İncitme sevdiğim severim dostum
İncitirsem güzel olmıya idin’’
Katarda turnaya neredir vatan,
Aşkın deryasına gömülüp batan,
Mecnunu koynuna beleyip yatan,
Leyla mıdır kumul mudur çöl müdür.
‘‘Kara gözlü dilber lebin lezzeti
Sükker midir şerbet midir bal mıdır
Dökülmüştür ak gerdanın üstüne
Kâkül müdür sırma mıdır tel midir
Kudretten eğnine hulle biçilmiş
Gerdanına siyah benler saçılmış
Hüsnünün bağında çiçek açılmış
Lale midir sümbül müdür gül müdür
Gönlümdür aşk ile arayup süzen
Ağyar olur yârin ardınca gezen
Söyledikçe kara bağrımız ezen
Ağız mıdır dudak mıdır dil midir
Alçakları koyup yüksekte uçmak
Rakib-i naşiye sırrını açmak
Yadlara meyledip fakirden kaçmak
Adet midir kanun mudur yol mudur
Mustafa der acep gördüğüm düşü
Dilbere meyletmek aşıkın işi
Yolunda harcolan gözümün yaşı
Derya mıdır ırmak mıdır göl müdür’’
Vuslatî der karga gözü oymayan,
Dilini koruyup Gülce yaymayan,
Seni anlamayan seni duymayan,
Sağır mıdır âmâ mıdır lâl mıdır?
Osman Öcal
-
Ercişli Emrah (GÜLCE-BULUŞMA)
-I-
Hasretin bağrına vurur efkârım,
Bir cefaya yüz bin cefa sıralar.
Şu yalan dünyada sevgidir varım,
Gönül kan doğurur canı yaralar.
Zülüfler mor sümbül kaşı karalım,
Turnalara dargın giden maralım,
Sen kaygısız ben hicranda kralım,
Çekilmiyor sensiz sensiz buralar.
Dinle leyli dinle yanar avazım,
Dağların göğsüne yağan alazım,
Ömür minderinde yenilen yazım,
Hazan derbendine kapı aralar.
‘‘Gine bahar oldu, coştu üreğim
Ahar boz bulanıh selli dereler
Sıla derdi, vatan derdi, yar derdi
İflâh etmez bu dert meni, paralar
İtibar olmazmış üze gülene
Canım kurban olsun kadir bilene
Kefen yetişmezmiş garip ölene
Belki yârin çevresine saralar
Hayal oldu Âşık Emrah halları
Deyin yâre gözlemesin yolları
Herkesin sevdiği geyer alları
Ko benim sevdiğim geysin karalar’’
Diyen Emrah;
Başı boz dumanlı sevda dağı,
Akıp durulmayan gam ırmağıdır.
Dermanı turna kanadında, dert küpü,
Sar ha sar bitmez çile yumağıdır.
Ömrüne hediye, yeşil sarıklı Pir’den
Yeşil fincan içinde üç kadeh bade,
Toy delikanlı iken kılar aşka şehzade.
Sevdalısı, Pir’in çark-ı çemberinden geçen
Selbi Han, Selbihan, Selvican, Selbinaz
Selvi, Selbi, Servinaz, Salmınaz…
Erciş Beyi Miloğlu veya
Erciş Kalesi Başbuğu Miroğlu Ahmet Beyin kızı.
Emrah, Miroğlu’nun şairi Âşık Ahmet’in oğlu.
Âşık Ahmet, Öksüz Âşık veya Öksüz Âşık Ahmet
Tiflisli, Genceli, Karavuy dağı eteğinde Kurtçu köylü.
Gelip yerleşir Erciş’e,
Ya da yeni Erciş eski Ergans köyünden.
Anlatımlar böyle der: Karakoyunlu Türkü.
Tiflis Hâkimi Kuğu Han tarafından
Başının vurulması için cellâda teslim edildiği zaman,
Türklüğün ezeli gururunu duyarak,
Mert bir eda ile
Bir şiirle seslenir şöyle:
‘‘Man Emrah diyeller Karakoyunnu
Namertler içinde yiğit oyunnu
Kaz kimi pısmanıh erkek boyunnu
Biz Türkük Türklükten dermanımız var’’
Yaşamı için genel kanı on yedinci yüzyıl,
Doğumu; bir ihtimal 1585 yılı civarı.
Şiirlerinin bir bölümüyle örülmüş,
Bir halk hikâyesinde gizli, değişik değişik varyant,
Hikâyelerin sayesinde gün ışığına çıkmış bir hayat.
Âşıklar içinde badeli âşık,
Derd-i yâri ile bir bağrı yanık.
‘‘Seherde uyanmış gözleri mahmur
Dedim serhoş musun söyledi yoh yoh
Ağ elleri boğum boğum hınalı
Dedim bayram mıdır söyledi yoh yoh
Dedim inci nedir dedi dişimdir
Dedim kalem nedir dedi kaşımdır
Dedim on beş nedir dedi yaşımdır
Dedim daha var mı söyledi yoh yoh
Dedim duman nedir dedi aynımda
Dedim zulum nedir dedi boynumda
Dedim gül memeler dedi koynumda
Dedim ver ağzıma söyledi yoh yoh
Dedim pişen nedir dedi zulumdur
Dedim zulum nedir dedi ölümdür
Dedim Emrah nedir dedi kulumdur
Dedim satar mısın söyledi yoh yoh’’
Doğu Anadolu’da,
Orta Asya’dan Batı Asya’ya,
Tıpkı Köroğlu kolları gibi severek anlatılıp,
Hoşnutlukla dinlenir.
Ve hayatıyla özdeşleşen
Emrah ile Selbihan hikâyesinin
Erciş, Erzurum, Gaziantep, Revan,
Sivas, Çankırı, Azerbaycan
Sayat ile Hemra ve Hurlukga Hemra
Adlarıyla Türkmenistan anlatımları.
Adları bazen değişik olsa da kahramanların
Sebep oldukları olaylar benzerlik gösterir.
Bir Azerbaycan anlatımında şöyle seslenir:
‘‘Bir seferim düşdi garip illere
Kal Salmınaz gözi yaşlı kal indi
Ah çeküben bahacaksan yollara
Kal Salmınaz gözi yaşlı kal indi
Men bilirem hansı dağda lâlesen
Güli koydun hemrah oldun âlesen
Koymanam ki gözi yaşlı kalasan
Kal Salmınaz gözi yaşlı kal indi
Gice gündüz hasretinden ölürem
Guvas olub deryalara dalıram
Vade koydım yedi ıla gelürem
Kal Salmınaz gözi yaşlı kal indi
Arılıkda kızıl gülden arısan
Hak da bilir bizim bagça barısan
Yüz ıl kalsan Han Hemrah’ın yarısan
Kal Salmınaz gözi yaşlı kal indi’’
Âşıkların dilinde,
Sazlarının telinde, nesilden nesle, dilden dile
Değişik varyantlarla anlatıla gelen,
Sevilen bir halk hikâyemizin kahramanı.
Bir tanesini özetleyelim biz,
Hepsini dinledik sayın siz.
İsfahan şahıdır Şeyhoğlu Abbas,
Kırk aşığı vardır usta mı usta.
Âşıklar başıdır ol Âşık Abbas,
Yarışamaz kimse hiçbir hususta.
Hep aynı yerlerde çalıp söylemekten,
Aynı kişilerle karşılaşmaktan usanmıştır âşıklar.
Başka yerlerde de çalıp söylemek, atışmak için,
Altı aylık izin isterler Şah Abbas’tan.
İlk durak, zengin bir il olan Gence’dir.
Gence Hanı Kara Vezir’in huzuruna varıp,
Şah Abbas’ın fermanını gösterip,
Hasım isterler; olmazsa kırk bin tümen pul.
Tellallar çıkarılıp, yüz âşık toplanır sabaha dek.
Mat olmayacaklardır, yoksa zindandır yerleri,
Öyle söyler Han Vezirleri.
Zindana razı olmayan terk eder birer birer sarayı
Kimse kalmayınca buldurur Âşık Ahmet’i,
Kara Vezir arayı arayı.
Gence yakınlarında bir köyde oturan Âşık Ahmet,
Bir rüya görmüştür o gün;
Karısı yorumlar: Ya ceza ya sürgün.
O esnada kapı çalınır, Âşık Ahmet alınır,
Kırk âşığın faslını dinler,
Onlarla baş edemeyeceğini anlar.
Evine döner hanımı dinler, yıldızı söner.
Altı yaşındaki oğulları Emrah’la kaçarlar gece,
Perim perişan yol sürerler günlerce.
Sonunda, üç yüz elli hanelik Erciş köyü,
Açar sinesini bir ana gibi basar bağrına.
Köyün beyi Miloğlu Ahmet Bey’dir,
Misafirperverdir.
Âşık Ahmet’e bir ev verir, âşığı bilir.
Zaman geçer Emrah bulur on dördü
Bir gün babasıyla âşıklar meclisine gider,
Miloğlu babasıyla çalmasını söyler.
Emrah toydur henüz, bilmez çalmayı,
Koparır telleri bir bir.
Kızar babası, bir tokat indirir.
Kan boşanır burnundan;
Terk eder meclisi, kurtulmak için kanından.
Köy dışındaki çeşmeye varır,
Dua eder, Yaradan’a yalvarır.
Gelip Hazreti Pir bade verince,
Üç kadeh doluyu içer peş peşe.
Son badede Selbi Han’ı görünce,
Âşık olup o an düşer ateşe.
Badeler Emrah’ı koparır ferden,
Sevdanın nişanı böyle vurulur,
Selbi Han da geçer çark-ı çemberden,
O da âşık olup yanar kavrulur.
Ağzı yeşil köpüklü, bayılır Emrah.
Babası böyle görünce âşık olduğunu anlar.
Sazın sesiyle ayılır Emrah,
Babasına, Miloğlu’nun meclisinde
Karşılaşmalarını söyler, kalemi kırar Emrah
Toplanır bütün ahali, sorar Emrah:
‘‘Hayat bağlarında üzüm yiyende
Söyle babam söyle tadı nicedir
Üç yüz altmış dallı ağaç diyende
Bil babam ağacın adı nicedir
………………………………’’
Der derde cevap gelmez hiçbir soruya,
Âşık Ahmet Töreye uyar,
Sazını oğlunun önüne koyar.
Emrah kalkar el öper;
Sıra babasına gelince önce şöyle der:
‘‘Oğul benim Emrah benim
Şol saçları gümrah benim
Bir Leyla’nın mecnunuyum
Sevap onun günah benim’’
Miloğlu’nun isteğiyle konağa yerleşir Emrah.
Selbi Han, sevgisini açamaz,
Cariyesi Nazlı’dan başkasına;
Onunla dertleşir onunla konuşur sadece.
Bir gün, ilk kez görüşürler pencereden,
Bir nebze, kurtulurlar cendereden.
Aracı olur Nazlı, görüştürmek için bahçede.
Kızlar çıkarken kafesten
Düşürür birisi o sırada kasten;
Selbi Han’ın başındaki menekşeleri
Emrah şöyle der o zaman:
‘‘Ellerin kırılsın hey naşi hoyrat
Sana kimler dedi boz menevşeyi
O nazik elinnen dermiş devşirmiş
Al yanah üstüne düz menevşeyi
Menevşe derede sümbül burçtadır
Kasapların gözü dâim koçtadır
Gözel sever diye yiğit suçtadır
Bahar geçer koklar güz menevşeyi
Nice Süleymanlar tahta yerişti
Tahta yerişmedi bahta yerişti
Emrah da bir kötü vahta yerişti
Daha koklar mıyız biz menevşeyi’’
Emrah’ın sözünden alınır kızlar,
Selbi Han gücenir döner yüzünü.
Aşığın yüreği derinden sızlar,
Gönül almak için söyler sözünü:
‘‘Bir nazenin bana gel gel eyledi
Varmasam incinir varsam incinir
O nazik elinnen ince belinnen
Sarmasam incinir sarsam incinir
Gine görünüyor yârın elleri
Başımızda esen sevdâ yelleri
Yarın bahçasından gonca gülleri
Dermesem incinir dersem incinir’’
*
Yer, Şah Abbas’ın Meclisi
Âşıklar faslında, Vezirlerden birisi:
‘‘Van kalesini şimdiye kadar alamadı kimse.’’
Diye, yapar yarenlik.
Şah vezire alıp alamayacağını sorar,
‘‘Alamazsın’’ der, öne çıkar benlik.
İddia üzerine kuşatılır Van kalesi,
Teslim olmaz, kurtarır bir ninenin hilesi.
Şah Abbas dön emri verir;
Lakin dönüş esnasında yapılır talan,
Viran bahçeler, viran yurtlardır geriye kalan.
Erciş de nasibini alır ve Miloğlu’nun bahçesi,
Gergef işleyen Selbi Han’la Nazlı’nın,
Gönül okşar balaban bakışları…
Kaçırılır iki askerce yetim kalır bohçası.
Emrah duyunca gelir, ne görsün;
Gergefi savrulmuş, dağılmış nakışları.
Ağır bir acı düşer yüreğinin tam ortasına ve:
‘‘Yüz bin mihnet ile bir bağ yetirdim
Yemedim meyvesin el aldı gitti
Ağlar gözyaşımı Ceyhun eyledim
Çalhandı dünyayı sel aldı gitti
Yüz bin dert çekmişem bin daha gerek
Çok ömür ister ki bir daha görek
Yârim elden aldı o zalım felek
Hoyrat dost bağınnan gül aldı gitti’’
Der ve anasından babasından izin alıp,
Selbisini bulmak için düşer yollara.
*
Şah Abbas,
Yağma haberini duyunca biner küplere,
Hesap sorar yağmacı askerlere.
Hele ki kızların kaçırıldığını duyunca,
Vurdurur başlarını iki askerin,
Cilvesine bakın kaderin…
Yolları Sahat Çukuru’na düşer,
Misafir olurlar Yakup Han’a.
Türlü türlü yemekler pişer,
Yapılan izzet ikram hoşuna gider Şah’ın;
Vezir yapmak için Yakup Han’ı alır yanına.
Yol boyunca,
Selbi Han’ın güzelliği büyüler Şah’ı
Evlenmek istediğini söyler, karardır bahtı.
Güzeller güzeli nedir günahın,
Kader alnımıza yazıla gelir.
Sevda diyarında zülfü siyahın,
Sağ iken mezarı kazıla gelir.
Selbi Han, kabul eder çaresiz,
Ama bir şartla, amacı zaman kazanmak;
İsfahan’a bir bağ kurulacak,
Meyveye durunca düğünleri olacak.
*
Yola çıkan Emrah, Sahat Çukuru’na ulaşıp,
Yakup Han’ın anasıyla görüşüp, dertleşir,
Selbi Han’ın götürüldüğü yeri öğrenir.
Yakup Han umut olur,
Oğlunun kendisine yardım etmesi için
Yaşlı kadından bir mektup alıp,
Tekrar düşer yollara.
Nihayet ulaşır İsfahan’a
Kurulmuş düğünü yanar Selbi Han,
Uzun zaman oldu ıssızdır yollar.
Gelmez beklediği kanar Selbi Han,
Kuşanıp şalını giyer mi allar.
Yolu düğüne uğrayan Emrah’ın,
Yabancı olduğunu bilen bir âşık, kovar.
Türk olduğunu anlayınca
Sahiplenir Yakup Han, götürür yanına Şah’ın.
Dâd-ı Hak olduğunu öğrenince,
Methiye söylemesini ister Şah.
Bir Türküden sonra
Selbi Han’ın tasvirlerine bakıp bir daha der Emrah:
‘‘Hey ağalar dad gaziler
Dağa kar düştü kar düştü
Uzak yerde yad ölkede
Yada yar düştü yar düştü
Gidin deyin anasına
Gelip bahsın sonasına
Han Selvi'nin sinesine
Bir çüt nar düştü, nar düştü
Emrah der gamdan seslendim
Uca dağlara yaslandım
Zahmet verdim bağ besledim
Bağa har düştü har düştü’’
Sen âşıksın diğeri Şah,
Kızdırırsın alimallah,
Haklısın ya güzel Emrah,
Dile zar düştü zar düştü.
Zar edince, ‘‘cellât’’ der Şah.
Yakup Han’ın gayretiyle tehlikeyi atlatır;
Şah sorar Emrah anlatır:
‘‘…Selbi Han emmimin kızı’’ der,
Sevdiğini vermeyeceklerini sezip yalan söyler.
Yalanım ortaya çıkmasın diye de
Bâd-ı sabâ ile haber gönderir.
Şah Abbas,
‘‘Emmi çocukları ise evlendirsem mi’’ der kendince
Selbi Han’ın konağına varırlar beraberce
‘Emrah neyin olur?’’ diye sorar,
‘‘Emmim oğlu’’ der.
Hak âşıklarını ayıranın onmayacağını bilir
Ama yine de işi yokuşa sürer Şah Abbas
Birkaç zor soru sorar, cevabı alır.
Anlar ki, dâd-ı Hak, evlendirmeye razı olur.
Emrah yedi yıldır ana basını görmemişti,
Düğünlerinin yapılması gereken yer Erciş’ti.
Şah Abbas izin verir;
Ömür boyu yetecek altın ve çeyizle,
Yakup Han’ı yanlarına katıp gönderir.
Erciş’e ulaşan Emrah, hasret giderdikten sonra,
Van’dan iki usta getirtir, köşk hazırlığına başlar.
Selbi Han’ın ana babası ölmüş, iki kardeşi vardır;
Ayırmak isterler iki aşığı.
Selbi Han’ın yanlarına gelmesini isterler;
Gönderir Emrah, Selbi Han itiraz etse de.
Gece olunca, kızları da alıp kaçar iki kardeş.
Ertesi gün duyar Emrah peşlerine düşmek ister,
Bırakmaz babası yalnız, beraber düşerler yola,
Erzurum’da verirler mola.
*
Selbi Han’ı kaçıranlar Gence’ye varır,
Gence Hanı Kara Vezir oğluna ister Selbi Han’ı.
Selbi Han çaresiz, yine şart koşar:
Çeyiz halısını kendi dokuyacak,
Yedi yılda bitecek…
Nazlı, yarı insan yarı keklik
Tasvirlerinin yapılmasını ister,
Kara Vezir derhal yaptırıp,
Astırır bahçe kapısına,
Beklenir gece gündüz.
*
Baba oğul dağlar aşıp çöl geçer,
Erzurum’dan sonra Halep’e varır.
Bahçeler içinden bir bahçe seçer,
Tutup dallarından meyve koparır.
Meğer girdikleri bahçe Pir elinden bade içen,
İçerken Emrah’ı seçen,
Ve bir bahçe dikip, adını Veran Bağları koyan,
Meyveye durduğunda Emrah’ın geleceğini bilen
Güzeller güzeli Selâtin Peri’nin bahçesidir.
Selâtin Peri Emrah’ı tanır, sarılır.
Emrah iter kızı…
Kız elini tutması söyler,
Tutunca aklı başından gider,
Düşüp bayılır,
Bir müddet sonra ayılır, şöyle der:
‘‘Bağrıma od saldın Salâtın Peri
Bu ne ataş sen de cana düşüptür
Üç yüz altmış altı damarım yandı
Yüz kırh altı istikbala düşüptür
Peri ne düşmüşsün canım kasdına
Heç adam kıyar mı candan dostuna
Buhak singirlenmiş sine üstüne
Gerdanda muyların yana düşüptür
Sersem oldum serde yohdur ahıllar
Dedim gidem yara koymaz pahılar
Dört kitabı ezber eder ohullar
Menim ismim bir figana düşüptür
Hasretle bişmiştir ezel aşımız
Hak ne yazmış ise görür başımız
Emrah der ki müşgül oldu işimiz
Yazık yolum bu virana düşüptür’’
Deli gönlüm dertli gönlüm vay gönlüm,
Yüce dağlar derin çöller aşmıştır.
Yaşayıp da aşkı bilmez, hay gönlüm,
Benim aklım bu sevdaya şaşmıştır.
*
Emrah’la babası izin alıp Selâtin Peri’den,
Düşer tekrar yollara.
Dağlar ovalar geçerler,
Kâh susuz kalıp, kâh soğuk sular içerler.
Bir zaman sonra ulaşırlar Selbi Han’ın bulunduğu şehre
Âşık Ahmet bir gün
Selbi Han ile Nazlı’nın tasvirlerinin
Kapısında asılı olduğu bahçeyi görür,
Uykuda olan oğluna şöyle haber verir:
‘‘Ne yatarsın hab-ı nazda
Selbi Han bağdadır bağda
Geşlik vardır senin çağda
Selbi Han bağdadır bağda
…………………………..’’
Emrah uyanıp sorduğunda gayri ihtiyari
Babası, gördüklerini anlatır;
Duramaz, tekrar gider bahçeye.
Kızlar yakalar ve dövmeye başlarlar ihtiyarı.
Feryadını Selbi Han duyar ve tanır,
Nazlıyı gönderip kurtarır.
Kızlar dışarıdan Emrah’ı bulup getirirler;
Saç sakal birbirine girmiştir…
Kavuşurlar, konuşurlar, koklaşırlar…
Bu arada Kara Vezir’in oğlu bahçeye gelir,
İkisini görünce babasına haber verir.
Yakalarlar Emrah’ı, sorgularlar;
Kara Vezir’e başında geçenleri anlatır;
‘‘Şah Abbas’a sorun’’ der.
İnandıramaz, cellâtlara verilip atılır zindana;
Ölüm yaklaşmıştır ona.
Haberciler gönderilir Şah Abbas’a.
Ama habercilere güvenmeyen Âşık Ahmet
Durumu bildirmek için yol tutar İsfahan’a.
Uzun bir yolculuk, ağır bir zahmet;
Şahın huzuruna çıkıp anlatır durumu.
Yakup Han yola çıkarılır derhal,
Yedi küheylan çatlatır Gence’ye kadar.
Emrah’ı kurtarıp Kara Vezir’in başını vurdurur,
Dönerler İsfahan’a.
Annesi de getirtilip Erciş’ten tez,
Önce Selbi Han sonra da Selâtin Peri ile
Düğünleri yapılır;
Kader gülmüştür bu kez.
Gönül sarayını gülle süslemek,
Yaradan’ın kula vergisindendir.
Bir kafeste iki keklik beslemek,
Olsa olsa halkın sevgisindendir.
Hayatıyla ilişkilendirilen hikâyeler,
Nasıl ki, çeşitlilik gösterir;
Ölüm yeri ve tarihi bilinmemekle beraber,
Mezarının yeri de çeşitlilik gösterir:
Çelebibağ köyü, Erciş kalesi, Köşklü bağ…
Çözülmeyen bilmece.
Son yapılan bilimsel çalışmalar…
Henüz, yok ortada netice.
-II-
Hakkında çok sayıda araştırma yapılan,
Şiirleri, Erzurumlu Emrah’a mal edilen,
Ercişli Emrah’ın varlığı
Ancak son zamanların araştırmacıları tarafından
Ortaya çıkarılmış, çok sayıda şiiri tespit edilmiş.
Dili duru bir Türkçe,
On birli ve sekizli hece ölçüsü;
Koşma ve semai türünde eserler,
Az sayıda destan.
Adını mahlas olarak kullanan Emrah’ın
Han Emrah, Âşık Emrah, Sefil Emrah,
Kul Emrah, Dertli Emrah, Emrahî
Gibi mahlasları vardır.
Halkın gönül telinde
Gerçek bir halk ozanı,
Gerçek bir Hak aşığıdır.
‘‘Sallana sallana gelen sevdiğim
Söyle narın ellim kimin yarısan
Kız senin üzünnen yamandır halım
Söyle dudu dillim kimin yarısan
Göldeki kaz kimi gösgü nakışlım
Ağ gerdanı mizk ü anber kokuşlum
Huri misal üzlüm ahu bakışlım
Söyle ince bellim kimin yarısan
Ovanda yayılır koyunnan kuzu
Yerin çiçegisen gögün yıldızı
Emrah bir köledir sen bir beg kızı
Söyle sırma tellim kimin yarısan’’
Bade içen kâse kâse,
Sevdasını beler gelir.
Emrah gibi sever ise,
Dağı taşı eler gelir.
‘‘Bir yigit gurbete gitse
Gör başına neler gelir
Sılası hatıra düşse
Yaş gözüne dolar gelir
Bağrıma basayım taşlar
Didemden ahıttım yaşlar
Yuvasın terk eden kuşlar
Yuvam der de döner gelir
Emrah eyder selbi boyun
Huri melek midir soyun
Sürüden ayrılan koyun
Kuzum der de meler gelir’’
Bir anlatımda,
İlk karşılaşmalarında, Şah Abbas:
‘‘Sahat Çukuru’nu anlat’’ der,
Emrah anlatır, bir destanla şöyle söyler:
‘‘Emret Şah’ım emret methin edeyim
Sahat Çukuru’nun mamur bağları
Her seher bülbüller çığrışır öter
Ala karlı gök çimenni dağları
Divanda durmuşam kollarım bağlı
Bu aşkın elinnen ciğerim dağlı
Uca pencereli kümbet otağlı
Sedirde oturur ağa begleri
Onnar ekincidir çeltik ekerler
Yük tutuban şehirlere tökerler
Yarana yoldaşa honça çekerler
Çini zer kaplarda ballı yağları
Pek çok olur İravan’ın gözeli
Onnar sever birbirini ezeli
Tuğlu külhan altı altın nizeli
Meydanda atlıdır zor koçahları
Dünyaya vahtında gelmedi Emrah
Felek’in elinden gülmedi Emrah
Dertli çok olduğun bilmedi Emrah
Bir men değil sade Yağıp ağları’’
Vuslatî gönlünü Gülce’ye verdi,
Türkçe konusunda aynı taraftan.
Ses bayrağımıza bayraktar dedi,
Bahsetti birazcık Âşık Emrah’tan.
Osman Öcal
-
Teşekkürler Aze Bozkır Savaşçısı.
Bu çalışmamıza bir süre ara vereceğiz malesef.
Nutuk'u yazan arkadaşımızın bilgisayarı bir kazaya uğradı ve yazdıkları malesef üç bölüm harici gitti. Biz de üç arkadaş elbirliği ile Nutuk'u tekrar yazmaya başladık. Ümidimiz o ki yaz mevsimine kadar tamamlarsak, ozanlarımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Tabanbüklü Teslim Abdal (GÜLCE-BULUŞMA)
Bin dokuz yüz seksen yedi yılında,
Yolum düştüğünde gördüm köyünü.
Bahçesinde türlü meyve dalında,
Süsler kayısısı sahil boyunu.
Ak köpüklü Fırat iken serince,
Set konup önüne doldu derince,
Taşındı eski köy bunu görünce,
Helal et hakkını içtim suyunu.
Elazığ ili Baskil ilçesi
Tabanbükü köyü, Yesili ülkesi.
Eski Fırat, yeni Karakaya Baraj Gölü kıyısında
Ozanın sesinde…
Tanrı’dan ihsan;
Besleyip barındırır ozanları, şeyhleri,
Abdalları, dervişleri yatırır sinesinde;
Erenleri türbesinde.
Eski ismi Şeyh Hasan;
Adını, kurucusundan alır.
Şeyh Hasan ve kardeşi Şeyh Ahmet
Kazakistan Üç Kurgan bölgesinden,
Oğuzların Bozok Günhanoğulları
Bayat boyundan.
Yesevi’den nasipli aşiretiyle birlikte,
Kona göçe yurt tutarlar sonunda,
Tabanbükü uygun bir mahal.
Şeyh Ahmet’in torunu Şeyh Melek kolundan
Kalender Abdal’ın oğludur Teslim Abdal.
Araştırmacılara göre başkaları da var:
Yeniçeri ocağından olan Teslim Abdal,
Denizli’de türbesi bulunan Teslim Abdal,
Çorum’da adına köy kurulan Teslim Abdal,
Verirlerken sıralı
Konyalı, Ankaralı…
Hepsi bir midir, farklı farklı mı;
Tümü şair midir, henüz bir cevapsız bilmece.
Bunlar mezar mıdır, yoksa makam mı,
Türbeler ve söylencelerdir, şahitleri sadece.
Şu dörtlük Tabanbüklü Teslim Abdal’ın
Varlığını kanıtlıyor mısra mısra hece hece:
‘‘Teslim Abdal şal şalının kumaşı
Deryadan denizden akıtır coşu
Doksan bin Horasan erinin başı
Fırat kenarında Şeyh Ahmet Dedem’’
Fırat’ın karşı yakasındaki Eğribük,
Yine Tabanbükü’ne yakın Berete;
Köy isimlerinin şiirinde işlenmesi
Kesin olan bir kanıt.
‘‘Sabah sabah hırlaşırlar
Bize taş atıp ürenler
Eşek gibi zırlaşırlar
Bize taş atıp ürenler
Dağ başında geyik ola
Yazı kışı soğuk ola
Eğribük’e tavuk ola
Bize taş atıp ürenler
Bir gelişte puta döne
Ters nallanmış ata döne
Koca uyuz ite döne
Bize taş atıp ürenler
Ele güne uşak ola
Karıncaya kuşak ola
Berete’ye eşek ola
Bize taş atıp ürenler
Teslim Abdal der oğmaya
Dünya da yüzü gülmeye
Ahrette iman bulmaya
Bize taş atıp ürenler’’
Onca zaman onca süre,
Aşka gönül vere vere,
Ulaştırmış dedeleri,
Eserleri bu günlere.
Derler Teslim Abdal ozan,
Dededir gezmiştir bazen,
Şöyle bir şiir derlemiş,
Sözlü gelenekten yazan.
Belki dilden dile değişen, belki hakiki;
Hece bazında bozuk, düzensiz bir ses,
Kalmış bu günlere verilen nefes.
‘‘Dinleyin bu nefesi habl-ül veridir
İn ziyaret eyle Şıh Ahmed Dedeyi
Kırkların içinde Server-i velidir
İn ziyaret eyle Şıh Ahmed Dedeyi
Kardeşi Şıh Hasan adı söylensin
Bahr-iyle ummanları boylansın
Yüzün gören Beytullahı neylesin
İn ziyaret eyle Şıh Ahmed Dedeyi
Daim batından görülür yüzün
Yusuf ile bile yorulur düşün
On iki İmamların serçeşme başın
İn ziyaret eyle Şıh Ahmed Dedeyi
Şıh Ahmet adındır Tavil-i Tubî mahlasın
Şah-ı Merdan Musa-i Kazım Abbas neslisin
Hace Ahmed-i Yesevî Rum halifesisin
İn ziyaret eyle Şıh Ahmed Dedeyi
Teslim Abdal der Şahım iyi buyurmuş
Evvel-ahir imamların soyu buyumuş
Kaddas Allah sırr-ı hakikat evlat buyumuş
İn ziyaret eyle Şıh Ahmed Dedeyi’’
Ozan olan ozan dokunur tele,
O günün devrinde ne ise çile,
Kısaltarak aldım bir nefes daha,
Teslim Abdal şöyle getirir dile.
‘‘………………………………..
Hıdır Abdal Şıh Bahşişi alasın
Bunaldığmız yerde bize yetesin
Şeyh Ahmet Dede’ye yüzler tutasın
Eriş imdat eyle Şeyh Hasan Dede
Abdülvahap derler görünmez erdir
Onu bilmeyenin gözleri kördür
Yeşil sancağıyla Battalda vardır
Eriş imdat eyle Şeyh Hasan Dede
………………………………..
On iki İmamların başı Alidir
Şah Hüseyin Kerbelanın gülüdür
Urum erenleri serleşkerindir
Eriş İmdat eyle Şeyh Hasan Dede
Osmanlı zülmünden kimimiz yolda
Kimimiz zindanda zülmatta harda
Tut elimiz koyma bizi dar günde
Eriş imdat eyle Şeyh Hasan Dede
Teslim Abdal der ki birdir soyumuz
Kemdir işleğimiz paktır huyumuz
Hak nasip eylesin Şaha yolumuz
Eriş imdat eyle Şeyh Hasan Dede’’
Ozanlar yatağı Türkmen yurdundan,
Torunu, Tabanbüklü Derviş Ali
Bir şiirde şöyle seslenir dedesine:
‘‘Tenim gümrah oldu canım sıkıldı
Yağdırma başıma kar Teslim Abdal
Canım geldi cesedime tıkıldı
Bu zayıf halimi gör Teslim Abdal
Er işidir çifte kantar götürmek
Veli işidir kulun işin bitirmek
Her nerde görüldü kulluk yetirmek
Ustada erince car Teslim Abdal
Derviş Alim eydir güldür kokunca
Düzenimiz uvat ola bakınca
Herkes yavrusuna sahip çıkınca
Bizi sen peşine sar Teslim Abdal’’
Yurdun dört bir yanında bilinip,
Nefesleri cemlerde en fazla okunan
Ozanlar arasındadır Teslim Abdal.
Değişik yörelerce sahiplenilse de,
Tabanbüklüler ‘‘bizimdir’’derler.
Adına okunan nefesler, deyişler
‘‘Bizim Teslim Abdal’ındır’’ diye söylerler.
İmam, Hüseyin, Süleyman, Bektaş ve Cafer
Beş oğlu vardır.
Tabanbükü’ndeki mezar taşında
Bin altı yüz on yedi- bin yedi yüz on dokuz
Doğum ve ölümüne işaret eder.
Yine bir nefeste şöyle der:
‘‘Dünya bir ağaçtır kökü yukarı
Yaprakları yeşil dalında ne var
Gâhî oğlan olur gâhî pir koca
Kaç yıl geçti ana halinde ne var
Hükmüne fermandır hatmin okuyor
Bir çiçektir bin bir türlü kokuyor
Karlı karlı dağlar ile akıyor
Akan bu derenin selinde ne var
Zira kulun için yarattın onu
Sahi gerçek ise fehmeyle bunu
Peteği de durur arısı hani
Gel anla kudretin balında ne var
Sır imiş eşiği nurdur kapısı
Orda ulu mümin kulun hepisi
Kudretten de duvarıdır yapısı
Cenneti alanın selinde ne var
Tevhit kılarlardı kadir gecesi
İşte budur dört kitabın hecesi
Sorun kimdir aşıkların hocası
Okur Teslim Abdal dilinde ne var’’
Dili Türkçe ve sade, say Anadolu,
Şiirleri öğretici, eleştirel öğelerle dolu.
Allah, Muhammet, Ali, on iki imam sevgisi
Bellidir yolu.
Yerel söyleyiş biçimlerine yer verir,
Tarikat konularını işler;
Anadolu Aleviliğinin görüşlerini taşır.
Onun için keramet sahibi, ermiş derler
Tabanbüklüler.
Eserleri değerli
Hece kalıplarından sekizli ve on birli,
Yüzde yüz yerli.
Geleneğe bağlı birkaç örnek daha verelim,
Teslim Abdal nasıl ozan görelim:
‘‘Tâ ezelden yârin yüzüne bakıp
Cemâli didarı gören ağlar mı
Yetişip bir mürşid eteğin tutup
Özünden benliği ayran ağlar mı
Aliye Muhammed geldi bürhana
Hatice Fâtıma o ehli câna
Birleyip özünü ulu meydana
Anlayıp zâtını bilen ağlar mı
Sahip zaman yakın yola gelirse
Hasanla Hüseynin âhın alırsa
Erenler deminden her ne gelirse
Ere erip Hakkı gören ağlar mı
Zeynelâbidinin yüzünü görüp
Muhammed Bâkırın sırrına erip
Câferi Sadıkın dârına durup
Burada ikrarın veren ağlar mı
Mûsâ-yi Kâzımın Tûruna uçup
İmamı Rızânın yurduna göçüp
Küfür köprüsünü ileri geçüp
İmam deryasına dalan ağlar mı
Takî Nakîyi Askerîyi bilen
Hak Muhammed ile Mehdîdir gelen
Her daim kırkların ceminde olan
Muhabbet tadını duyan ağlar mı
Teslim Abdal daim yüksek uçar mı
Erenlere teslim olan kaçar mı
Dört kapudan kırk makamdan geçer mi
Bir olub birliğe yeten ağlar mı’’
Hataî ve Yunus koyarlar korda
Bilene rehberdir yol Teslim Abdal.
Onu arayanlar yanarlar narda,
Arıdır Türkçedir dil Teslim Abdal.
‘‘Gel ha gönül havalanma
Engin ol gönül engin ol
Dünya malına güvenme
Engin ol gönül engin ol
Şu dünyanın hali böyle
Yalan yahşi geçer şöyle
Söyledikçe engin söyle
Engin ol gönül engin ol
Gökte uçar huma kuşu
Bilmeyenler atar taşı
Enginlik gönülün işi
Engin ol gönül engin ol
Teslim Abdal özüm haktır
Sözümün yalanı yoktur
Engin söyle büyüklüktür
Engin ol gönül engin ol’’
Diyardan diyara gezen bir ozan,
Tanrı’yı insanda sezen bir ozan,
Kur’an’ı cemale yazan bir ozan,
Kendine tutunan dal Teslim Abdal.
‘‘Övmüş de yaratmış kendi nurundan
Padişah eylemiş ilin üstüne
Cemalini gördüm salâvat verdim
Çıkılar sokunmuş serin üstüne
Vallahi Kurândır senin sözlerin
Yâsin-i Şerife benzer yüzlerin
İnnâfetahnâ sûresi gözlerin
Vedduha inmiştir dilin üstüne
Kaşların üstüne benler düzülür
İkrarından dönen Haktan üzülür
Ak göğsün üstüne Tebbet yazılur
Ve şemsi inmiştir kolun üstüne
Alnımıza yazıldı böyle yazı
Hak içün kılarız biz de niyazı
Âyetelkürsile güzel ihlâsı
Okudum giderim yolun üstüne
Teslim Abdal eder Şemsin çırası
Errehmandır iki kaşın arası
Güzel Bismillâhla Elham sûresi
Elif lâm mîm inmiş hattın üstüne’’
Gönül kafesinde beslenir iman,
Yaş gelip kemale erdiği zaman,
Bilir ki Azrail dinlemez aman,
Bazen farklı sese tel Teslim Abdal.
‘‘İşte geldim işte gittim
Yağ çiçeği gibi bittim
Şu dünyada ne iş ettim
Ömürcüğüm geçti gitti
Çağırdılar imam geldi
Her biri bir işe yeldi
Azrail pençesin saldı
Can kafesten uçtu gitti
İşte geldi yuyucular
Tenime su koyucular
Kefenim elinde Hoca
Kefenciğim biçti gitti
Ayırdılar ilimizden
İp attılar belimizden
Pek tuttular kolumuzdan
Can cesedden uçtu gitti
İlettiler mezarıma
Sığındım gani kerime
Toprak attılar serime
Gözüm yaşı taştı gitti
İmam telkine başladı
Bir sevapçık iş işledi
Komşular bizi boşladı
Geri dönüp kaçtı gitti
Kabrime bir melek geldi
Bana bir sualcik sordu
Hışm edip bir topuz vurdu
Tebdilciğim şaştı gitti
Teslim Abdal oldu tamam
İşte geldi ahir zaman
Yardımcımız oni kimam
Ten türab karıştı gitti’’
İstemez dünyada istemez köşkü,
Peygamber sevgisi derindir aşkı,
Bellidir sazıyla ederken meşki,
Durularak akan sel Teslim Abdal.
‘‘Canım kurban olsun senin yoluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Söylenirsin cümle âlem dilinde
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Terazinin bir ucunda Haydar oturur
Yanı sıra cümle ümmet yetirir
Elinde de yeşil sancak getirir
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Mümin olanların çoktur cefası
Âhirette olur zevki sefası
On sekiz bin âlemin Mustafa’sı
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Sen bir Peygambersin şeksiz gümansız
Sana inanmayan dinsiz îmansız
Teslim Abdal neyler dünyayı sensiz
Adı güzel kendi güzel Muhammed’’
Halk ile beraber yaşar halk ile
Olmamış nefsine olmamış köle,
Gördüğü yanlışı getirir dile,
Yozlaşmayı gören kul Teslim Abdal.
‘‘Hey erenler zaman azdı
Bu dünya karışır oldu
Tilkaslana kuyu kazdı
Ha edip erişir oldu
Oğuldur atanın hızı
Dinlenmiyor ulu sözü
Altaylık olmayan kuzu
Koç ile vuruşur oldu
Ata sözü tutmaz uşak
Deve yerin gözler köşük
Küllükte tepinen eşek
At ile yarışır oldu
Palaz üstünde yatmayan
Dudağı yala batmayan
Porsuk ardından gitmeyen
Ceylana erişir oldu
Teslim Abdal zaman azgın
Evlat babasından bezgin
Kokmuş leşe konan guzgun
Turnayla yarışır oldu’’
Dost kıldım gönlüme tarif edeni,
Adını duyardım tanıdım yeni,
Vuslatî okuyup yazınca seni,
Adın Gülce’leşti bil Teslim Abdal.
Osman Öcal