5. Nurullah Çetin, Mankurtluk Külahı: Mankurt kavramı, Kırgız Türklerinde ve Türkistan’ın diğer boylarında ve bölgelerinde Türklüğünü unutup Moskova’ya hizmet eden eski Komünistler için kullanılıyordu. Ben de kitabımda dinî ve millî değerlerini bir kenara bırakıp Batı taklitçiliği ile Avrupa’ya ve Amerika’ya hizmet eden milliyetsiz ve dinsiz karanlık aydınlar için kullandım.
Bugün Türk milletinin derece bakımından en önemli sorunu mankurt olma sorunudur. Ekonomik, siyasi vb sorunlar, bunun yanında çok daha geri planlarda kalır. Türk milleti Türklüğünün, millî ve dinî değerlerinin farkında, şuurlu bir millet olarak kaldıkça her türlü sorununu hâlledebilir. Ancak kendi benliğini, millî kimliğini, Türk ve Müslüman olma bilincini kaybetmiş insanlar millet olmaktan çıkarlar, rüzgârın önünde savrulan kuru kalabalıklar hâlinde yok olur giderler. Tarihte böyle millet olma vasfını kaybettiği için yok olmuş çok millet vardır.
Millet olmak demek, ortak değerlerde birleşmiş, birbirleriyle ruhen kaynaşmış, duygu, düşünce ve heyecan birlikteliğinde buluşmuş insan kütlesinin geçmişi, şimdiyi ve geleceği aynı anda ruhunda, aklında, kalbinde yaşaması demektir. Ortak bir geçmişin tatlı hatıralarında yüzerek gönenmek, içinde yaşanılan bir şimdinin sevincini ve üzüntüsünü paylaşmanın tadını çıkarmak ve ortak bir gelecek tasavvurunun hayalini aşkla, şevkle, tatlı bir mutluluk duygusuyla inşa etmek demektir. Millet olmak demek, kimsenin esiri olmamak, kendi kararlarını kendisi vermek, kendi değerleriyle yaşamak, tam bağımsız ve bağlantısız şerefli bir millî devlet sahibi olmak demektir.
Biz Türk milleti olarak uzun tarihsel yolculuğumuzda dimdik ayaktaysak, henüz yok olup gitmiş milletlerden biri değilsek, millet olma şuurumuzu her zaman diri tuttuğumuz içindir. Uzun ve derin tarihî yolculuğumuza kavimler hâlinde başladık, zaman zaman büyük devletler hâlinde devam ettik, zaman zaman küçük milletlere bölündük; ama hiçbir zaman yok olmadık. Devlet ve millet olabilme kabiliyetimiz ve refleksimiz her zaman canlı kaldı.
Bugün geldiğimiz noktada ise, tarihin hiçbir devresinde olmadığı kadar millet yapımız çözülme ve kademe kademe yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Çünkü, Türk millet yapısı ve bunun siyasî, idarî kurumu olan Türk devlet kurumu, içerden ve dışardan iyi planlanmış, çok yönlü olarak kuvvetlendirilmiş projelerle bombardıman altındadır.
Bunun için iç ve dış düşmanlar son derece modern, şeytanca, akıllıca çalışmalar içindedir. Bunların karşısında Türk millî yapısını ve Türk devlet kurumunu koruyacak, ayakta tutacak hatta geliştirerek devam ettirecek dinamikler, kurumlar, değerler, kişi ve topluluklar gittikçe zayıflamakta, millî direnç kampanya hâlinde yok edilmektedir.
O bakımdan bugün Türk milleti var olma mücadelesiyle karşı karşıyadır. Türk millî varlığının yok oluş süreci çok derinlerden ve sessizce, hissettirilmeden, yavaş yavaş devam ettirildiği için büyük kitle, farkına varmamakta, hatta ciddi anlamdaki millî uyarıları alaya almakta, küçümsemekte, bize bir şey olmaz diyerek istihzaya almakta, komplo ile paranoya ile filan karşılamaya çalışmaktadır.
Bunlar, aynen kazanda yavaş yavaş haşlanan kurbağalar gibiler. Durum böyleyken, oldukça azınlıkta kalmış olmasına rağmen samimi, ciddi, fedakâr, Allah’ına ve milletine hesap vermekten başka kaygısı ve korkusu olmayan Türk münevverleri, gafil milletini içerden ve dışardan gelen tehlikelere karşı uyarmaya azimle, şevkle devam emektedirler.
Sahih Türk münevverlerinin en önemli uyarısı ise gazeteci, yazar, romancı, siyasetçi, uzman, toplum mühendisi, sivil toplum kuruluşçu gibi değişik adlar altında Türk milletinin arasına; hatta kılcal damarlarına kadar sızmış olan mankurt aydın tipini tanımaları yönündedir. Türk milletinin büyük ekseriyeti bu tipi tanıyamamakta, tanıma çabasına girmemekte, onun sinsi ve şeytanî plan ve projelerine bilmeyerek dahil olmakta, ona para, oy, manevi destek, taraftarlık gibi değişik desteklerle yardımcı olarak kendi ölüm fermanını kendisi imzalamaktadır. Bugün Türk milletinin büyük çoğunluğu maalesef mankurt aydın tipini hayırhâhı bilmekte, onu kendisini gerçekten aydınlatan kişi zannetmektedir.
Mankurt aydın tipi nedir? Özellikleri nelerdir? Gerçek kimlik ve kişiliği nedir? Türk milletine nasıl ve hangi yüzlerle görünür? Milleti nasıl aldatır? Neden tehlikelidir? gibi sorulara 10 Haziran 2008’de uçmağa varan büyük Türk romancısı ve düşünürü, Türklerin son kutup yıldızlarından biri olan büyük bilge aksakal Cengiz Aytmatov’dan hareketle açıklayıcı cevaplar bulmaya çalışacağız.
Önce mankurt ne demektir? Ona bakalım. Mankurt, Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel romanında ele aldığı, eski bir efsaneden yola çıkarak çağına uyarladığı bir tiptir.
Cengiz Aytmatov, romanında Mankurt efsanesini şöyle aktarır:
“Ana-Beyit mezarlığının bir efsanesi, Juan-Juanlar'ın bozkırı işgal ettikleri çağlara dayanan bir hikâyesi vardı: Sarı-Özek'i işgal eden Juan-Juanlar tutsaklara korkunç işkenceler yaparlarmış. Bazen de onları komşu ülkelere köle olarak satarlarmış. Satılanlar şanslı sayılırmış, çünkü bunlar bazen bir fırsatını bulup kaçar, ülkelerine dönerek Juan-Juanlar'ın yaptığı işkenceleri anlatırlarmış. Ama asıl işkenceyi, genç ve güçlü oldukları için satmadıkları esirlere yaparlarmış.
İnsanın hafızasını yitirmesine, deli olmasına yol açan bir işkence usulleri varmış. Önce esirin başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bunu yaparken usta bir kasap oracıkta bir deveyi yatırıp keser, derisini yüzermiş. Derinin en kalın yeri boyun kısmı imiş ve oradan başlarmış yüzmeye. Sonra bu deriyi parçalara ayırır, taze taze, esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı sararlarmış.
Böylece sarılan deri, bugün yüzücülerin kullandığı kauçuk başlığa benzermiş. Buna "Deri geçirme işkencesi" derlermiş. Böyle bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak ölür ya da hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir mankurt, yani geçmişini bilmeyen bir köle olurmuş.
Bir devenin boynundan beş, altı kişinin başını saracak deri çıkıyormuş. Bundan sonra, deri geçirilen tutsağın boynuna, başını yere sürtmesin diye, bir kütük ya da tahta kalıp bağlar, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye uzak, ıssız bir yere götürürler, elleri ayakları bağlı, aç, susuz, yakan güneşin altında öylece birkaç gün bırakırlarmış.
Bu tutsaklar birer mankurt olmadan yakınları bir baskın düzenleyip onları kurtarmasın diye, yanlarına gözcüler koyarlarmış. Açık bozkırda her taraf kolayca görüldüğü için gizlice gelip baskın yapmak kolay olmazmış.
Juan-Juanlar'ın bir tutsağı mankurt yaptıkları duyulur, öğrenilirse, artık onu en yakınları bile gerek zorla, gerek fidye vererek kurtarmak istemezlermiş. Çünkü bir mankurt, eski vücuduna saman doldurulmuş bir korkuluktan, bir mankenden farksız olurmuş onlar için.
Bununla birlikte, bir defasında, adı tarihe Nayman Ana olarak geçen bir göçebe kadın, oğlunun başına gelenlere dayanamamış, onu kurtarmak istemiş. Efsane böyle anlatır. Ana-Beyit mezarlığının adı da buradan gelir. "Ana-Beyit" 'ana barınağı, ana huzuru' demektir.
Sarı-Özek'in kızgın güneşine 'mankurt' olmaları için bırakılan tutsakların çoğu ölür, beş-altı kişiden ancak bir ya da ikisi sağ kalırmış. Onları öldüren açlık ya da susuzluk değil, başlarına geçirilen soğumamış deve derisinin güneşte kuruyup büzülmesi, başlarını mengene gibi sıkıp dayanılmaz acılar vermesiymiş. Bir yandan deve derisi büzülüyor, bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp başına batıyormuş.
Asyalılar'ın saçları fırça gibi sert olur zaten. Kıllar üste doğru çıkamayınca içeri doğru uzar ve diken gibi batarmış. Bu dayanılmaz acılar sonunda tutsak ya ölür ya da aklını, hafızasını yitirirmiş. Juan-Juanlar işkencenin beşinci günü, 'sağ kalan var mı?' diye gelip bakarlarmış. Bir teki bile sağ kalmışsa, amaçlarına ulaşmış sayarlarmış kendilerini. Hafızasını yitirmiş tutsağı alır, boynundaki kalıbı çıkarır, ona yiyecek içecek verirlermiş.
Köle zamanla kendine gelir, yeyip içerek gücünü toplarmış. Ama o bir mankurt imiş artık ve böyle bir köle, pazarlarda, güçlü-kuvvetli on tutsak değerinde sayılırmış. Hatta Juan-Juanlar arasında bir gelenek varmış ki buna göre, aralarında çıkan bir kavgada bir mankurt öldürülürse, bunun için ödenecek bedel, hür bir insanın ölümü için ödenecek bedelden üç kat fazla olurmuş.
Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı düşünmeyen, bu yüzden de hiç tehlike arz etmeyen bir köle imiş.
Köle sahibi için en büyük tehlike, kölenin başkaldırması, kaçmasıdır. Ama mankurt isyanı, itaatsizliği düşünemeyen tek varlıkmış. Efendisine köpek gibi sadık, onun sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünemeyen bir yaratık... En pis, en güç işleri, büyük sabır isteyen çekilmez işleri gık demeden yaparlarmış. Sarı-Özek'in ıssız, engin, kavurucu çöllerine ancak bir mankurt dayanabileceği için, buralarda deve sürülerini gütme işi onlara verilirmiş. Böyle yitik yerlerde, bir mankurt birkaç kişiye bedelmiş.
Yanına yiyeceğini, içeceğini verince, kış demeden, yaz demeden, o ilkel hayata dönüşten dolayı sızlanmayı düşünmeden kalabilirmiş bozkırda. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş. Açlıktan ölmemesi için yiyecek, donmaması için eski-püskü giyecek verdiniz mi, başka bir şey istemezmiş...
Bir tutsağın içine korku salmak için ona kafasının uçurulacağını ya da başka bir yerinin kesileceğini bildirmek; onun hafızasını silme, son nefesine kadar taşıyacağı ve başkalarının anlayamayacağı yegâne kazancı olan bilincini kökünden yok etme cezası yanında hiç kalır. İşte, göçebe Juan-Juanlar, o kısa tarihlerinde, insanın bu gizli özüne kastetmek gibi en büyük vahşet örneğini çıkardılar.
Tutsakların yaşayan anılarını elinden almak usulünü bulmakla, insanlığa karşı en korkunç cinayeti işlemiş oldular. İşte Nayman Ana oğlunun mankurt olduğunu öğrenince, dayanılmaz bir acı ve umutsuzluk içinde, ağıt yakmıştı”[3]
Alıntıladığımız bu metinden ve romanın genelinden çıkardığımıza göre mankurt hâline getirilen kişinin başlıca özellikleri şunlar olurmuş:
* Geçmişini, tarihini, soyunu, milletini, kimliğini, anasını, babasını, çocukluğunu, eşini dostunu, eskiye ait hiçbir şeyi hatırlamaz. Çünkü o, emperyalist işgalci güçler tarafından başkalaştırılmış ve dönüştürülmüştür.
* İnsan olduğunun da farkında değildir. Düşünme, mukayese ve muhakeme kabiliyetini, üretici, sorgulayıcı bilincini tamamen kaybetmiştir. Ruhu, zihni esir alınmıştır.
* Kendisine verilen emirleri uygulamak, söylenenleri söylemek, yap denileni yapmakla görevli robot bir köledir. Efendisine itaatten başka bir şey düşünemez hâle gelmiştir.
* İyi kötü karnını doyuran efendisine sadakatle hizmet etmekten başka bir şey düşünmez. Efendisine karşı gelmek, ondan kaçmak gibi düşünceleri aklının ucundan bile geçirmez. Bu yüzden kendi başına, bağımsız millî bir çözüm üretmeye çalışmaz. Kendine güveni kalmadığı için bir şey yapabileceğini hayal bile edemez. Emperyalist efendisinin kendisi için gerekli olan her şeyi düşündüğünü düşünür.
* Kendisini kölelikten ve mankurtluktan kurtarmak isteyenlere uzak durur, başındaki mankurtluk ve kölelik derisini iyice gizler, çıkarmalarına asla izin vermez. Işıktan korkan yarasalar gibi karanlıklar içinde çürür gider. Sümsük bir böcek gibidir.
* Kendinin mankurt olduğunu kabul etmez. Yüksek siyaset uyguladığını ilan ederek, emperyalistlerin emir ve talimatlarına göre hareket etmeyi ilm-i siyaset, teenni ile hareket etmek, zamana uygun davranmak, dünya şartlarına uygun davranmak filan şeklinde lanse eder.
* Onun için önemli olan tek şey, efendisinin emirlerini yerine getirmektir. Emperyalist efendisinin verdiği ev ödevlerini muntazaman, tam zamanında, eksiksizce ve yanlışsız olarak yapmayı ve istediğiniz her şeyi yaptım efendim demeyi, çok büyük bir icraat olarak görür.
* Bir mankurta “gel başını buharlayalım da o deve derisini koparalım” demekten daha korkutucu bir şey olmazmış. Bu sözü duyan mankurt yaban ayısı gibi tepinir, kafasına kimseyi dokundurmazmış. Böyleleri şapkalarını başlarından hiç çıkarmaz, gece gündüz onunla yatıp kalkarlarmış. Zihni ve ruhu emperyalist efendileri tarafından zincire vurulmuş olan mankurt bu duruma iyice alışır, başka bir hâli hayal bile edemez.
* Nayman Ana, mankurtlaştırılmış oğlunu bulmak, ona sahip olmak, onu eski sağlıklı hâline getirmek için her türlü fedakârlığa katlanır, ama mankurt oğlu onu tanımaz ve reddeder. Zihnini ve ruhunu satmamış, esir olmasına izin vermemiş, Nayman Ana misali sahih Türk münevverleri, milletinin mankurtlaştırılmış evlatlarını kurtarmak için her zaman çırpınır durur.
* Aytmatov’un romanındaki mankurtun asıl adı Colaman’dır ama o adını Mankurt olarak bilir. Bugün de emperyalist gâvurlar tarafından mankurtlaştırılmış olan Türkler, zamanla asıl adları olan Türklüğü reddetmişler, Türk adını kullanmaktan utanır hâle gelmişler, kendilerine Türkiyeli, dünya vatandaşı, insanlık, hümanist gibi mankurtça adlar almaya başlamışlardır.
* Mankurtun tek istediği, efendisininki gibi örgülü saçının olmasıdır. Yani, tamamen efendisinin inandığı gibi inanmak, yaşadığı gibi yaşamaktır.
* Romanın bir yerinde şu ifadeler yer alır: “Bir insanın elinden malı mülkü, bütün zenginliği hatta hayatı bile alınabilir ama insanın hafızasını almak gibi bir cinayet işlenir mi?” (s.159)
Batılı emperyalistler bugün topraklarımızı, bankalarımızı, borsamızı, fabrikalarımızı, sahillerimizi yani malımızı mülkümüzü talan etmeyi düşünmekle yetinmiyorlar, milletimizin evlatlarının hafızalarını, tarihlerini, dinlerini, dillerini, kültürlerini, kimliklerini, hayallerini, kutsallarını da almaya, yok etmeye çalışıyorlar. Asıl tehlikelisi de bu. Türk milletinden milliyet şuuru, kendilik bilinci, Türklük ve Müslümanlık aidiyeti alındığı zaman kolayca köleleştirilebilen ve içi saman dolu çuvallara dönmüş mankurtlar sürüsü hâline geliverir.
* Romanın bir başka yerinde şu ifadeler var: “Bu insanlar (Juan-Juanlar) hangi şartlar altında, nasıl bir hayat yaşıyorlardı ki böylesine vahşi, barbar olabiliyorlardı? Esir ettiklerinin hafızasını da bu kadar acımasız yok edebiliyorlar?” (s.162)
Aynı soruyu bugün için şöyle soralım: Afganistan’da ve Irak’ta Amerikalılar, Çeçenistan’da Ruslar, Bosna’da Sırplar, Filistin’de İsrailliler, Doğu Türkistan’da Çinliler, Kıbrıs’ta Rumlar, Türkmeneli’nde Talabanî ve Barzanî eşkiyaları milyonlarca müslümanı nasıl barbarca, vahşice katledebiliyorlar?
Her milletin mitleri, mitolojileri, efsaneleri vardır. Efsaneler gerçek olaylar değildir, ama milletlerin hafızasında yer eden hayallerinin, beklentilerinin, sevinçlerinin, üzüntülerinin, hayal kırıklıklarının, duygu ve düşüncelerinin simgesel olarak ifade edildiği metinlerdir.
Mesela eski Türk kültür ve edebiyatında önemli bir yeri olan Ergenekon Destanı gerçek değildir ama, Türk milletinin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı, her taraftan kuşatıldığı, sıkıştırıldığı zaman ve ortamlarda bile bir kurtuluş yolu bulabilme, çetin kuşatmaları iradeli bir huruç harekatıyla yarabilme umudunun ve inancının sembolleşmiş hikâyesidir.
Bunun gibi mankurt efsanesi de yine Türklerin başkalarına esir olmama, başkalarının gönüllü köleliğini kabul etmeme, kendi değerlerine bağlı kalma ve sahip çıkma, kendi kimlik ve kişiliğinin, kültürünün, dilinin, dininin farkında ve bilincinde olma iradesinin simgesel bir karşılığıdır.
Ayrıca efsanelerin evrensel olma özellikleri de vardır. Yani her zaman ve her yerde geçerli olabilme, her zaman ve şarta uyarlanabilme özellikleri de vardır. Bu bağlamda mankurt efsanesini de günümüze uyarladığımızda Türkiye’de, bazı basın yayın organlarında, siyasi kurumlarda, sivil toplum kuruluşlarında ve başka kurum ve kuruluşlarda pek çok mankurtlaştırılmış insanla karşılaşıyoruz. Bunların sayıları planlı olarak arttırılmıştır ve Türk milleti ve Türk devleti için açık bir tehlike hâline gelmiştir. Türk milletine acil çağrımız, eğer yok olmak istemiyorlarsa bunları iyi tanımalarıdır.
Günümüz Türkiyeli mankurt aydın tipinin en önemli özelliği, özgüven yoksunluğundan dolayı kendisine siyasi ve idarî anlamda efendi arama güdüsüne sahip olmasıdır.Mankurt denilen tipin temel özelliği, kendine güvenmemesidir. Özgüveni tamamen kaybolmuştur. Kendisine olan güveni, saygısı, inancı berhava olmuştur. Kendi işini kendisi yapamaz, yapamayacağına inanır. Kendisini ve tabii mensup olduğu milleti bir şey bilmez, bir iş beceremez, elinden bir şey gelmez, kendi kendisini idare edemez olarak bellemiştir.
Kendi kendisini yönetebilme beceri ve kabiliyetinin olduğuna inanamamıştır. Ezik şahsiyetli olduğundan kendisini yetersiz görür. Köle ruhlu olduğundan kendisine efendi arar. Bu efendi Tanzimat’tan itibaren bazen İngiliz, bazen Fransız, bazen Rus, bazen Çinli, bazen Amerikalı, bazen başkası olmuştur. Mankurt, efendi bulamazsa huzursuz ve tedirgin olur, ayazda kaldığını zanneder. Efendisinin himayesine girmeden yaşayamayacağını, kurda kuşa yem olacağını zanneder.
Reşit olmamış çocuk ruhlu olduğundan çevresindekileri, en yakınında bulunanları, eşini dostunu, anasını babasını, akrabasını, mensup olduğu milletinin evlatlarını dışarıdaki güçlü gördüğü efendilerine şikâyet etmeyi, yakınlarını düşmanlarına yok ettirmeyi, bunun karşılığında da ona gönüllü bir kul köle olmayı var oluşunu gerçekleştirmek olarak algılar.
Özellikle Tanzimat’tan bu yana özgüven yoksunu mankurt aydın ya da siyasetçi tipini mebzul miktarda görmekteyiz. Bunlar kendilerini, büyük Türk milletinin kendi kendisini yönetemeyeceğine inanmış, bu yüzden özellikle batılılardan efendi arama telaşına kapılmışlardır. Tanzimat’tan beri günümüze kadar devam eden aydın, siyasetçi, edebiyatçı vs makulesinin zihinsel çaba ve ürünlerinin toplamı, güçlü efendi arama telaşından başka bir şey değildir.
Deve dişi gibi sağlam ve güçlü efendi adayları da önceleri ya Fransızlar ya İngilizler, ya Ruslar, ya Amerikalılar, ya da bu sayılanların merkezde yer alarak oluşturdukları Düvel-i Muazzama, İtilaf Devletleri, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Çin, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri gibi değişik birlikleri olmuş.
Mankurt aydın, Tanzimat’tan beri Türk milletinin kafasına vura vura hep şunları telkin etti: Senden adam olmaz, Avrupalı devletler topluluğuna girersek, onların emri altında olursak bütün sorunlarımızdan kurtuluruz, rahat ederiz. Rahat etmek için uygar dünyayla birlikte hareket etmeliyiz. Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülkedir. Bütün kanunlarımızı, anayasamızı gâvura göre yapalım.
Bütün bu sözler tabii, Türk milletinin iyiliği için düşünülmüş, kafa yorulmuş, büyük bir fikir çilesi çekilerek kurtarıcı mucize formüller hâlinde, Türklerin menfaati için söylenmiş gibi bir üslup içinde sunulmaktadır. Bu adamlar mankurt ama biraz akıllı birer mankurt.
Türk milletine, doğrudan doğruya bize, sizi batılı efendilerin emrine veriyoruz, onların istediği gibi yönetileceksiniz, onlar ne derse onu yapacaksınız, siz kim devlet yönetmek kim, oturun oturduğunuz yerde, sizi gâvurlar daha iyi yönetir, size de boyun eğmek düşer demiyorlar. Niyetlerini bu kadar açıktan söylemiyorlar. Bunun yerine süslü, cilalı, haktan, iyilikten yana bir tavır alarak, perdeleyerek söylüyorlar sözlerini.
Son olarak şunu söylüyoruz: Türk milliyetperverleri, milletinin mankurtlaştırılmış evlatlarını ne olurlarsa olsunlar reddedemezler, yok sayamazlar. Onları kazanmak, asıl kimlik ve kişiliklerine geri döndürmek isterler. Türk milliyetperveri, milletine sahip çıkmayı, onu düşmanın elinde oyuncak olmaktan kurtarmayı bir görev bilir. Millî sorumluluğu ona mankurtları uyarıp sarsma ve özüne dönmelerini sağlama görevini yükler.
Nitekim Cengiz Aytmatov’un romanında, oğlu mankurtlaştırılmış olan Nayman Ana’nın bütün çabası, oğlunu mankurtluktan kurtarmak ve onu asıl kimliğine ve kişiliğine kavuşturmaktır. Romanda Nayman Ana’nın çabası şöyle anlatılır:
“O gece düşünüp taşınan Nayman Ana, oğlunu buralarda köle olarak bırakmamaya karar verdi. Varsın bir mankurt olsun, varsın hiçbir şeyi anlamasın, yine de kendi ülkesinde, kendi soydaşlarının arasında bulunması, Sarı-Özek bozkırında Juan-Juanlar'a çobanlık etmekten daha iyi olurdu.
Ana yüreği ona böyle düşündürüyordu. Başkaları gibi oğlunun başına gelenlere, bir şey yapmadan katlanamaz, kendi canından, kendi kanından olan oğlunu kölelikte bırakıp gidemezdi. Belki oğlu doğduğu yere dönünce aklı başına gelir, çocukluk günlerini hatırlayabilirdi...” (s.163)
Nayman Ana’nın torunları olan Türk milliyetperverleri, mankurtlaşmış evlatlarına çağrı yapıyor: Hiçbir şey anlamasanız bile kendi ülkenizde, kendi soydaşlarınız arasında bulununuz, kendi ülkenizde, kendi malınızda gâvura çobanlık etmekten vazgeçiniz. Siz bizim evlatlarımızsınız. Başınıza, beyninize, ruhunuza batı emperyalizmine gönüllü köle olmak derisi geçirilmiş ise de biz sizin başınıza gelenlere kayıtsız kalamayız. Sizi içine düştüğünüz bataklıktan kurtarmak istiyoruz.
Siz bizim kendi kanımızdan, kendi canımızdansınız. Bir zamanlar Ruslara köle idiniz, Allah’ın inayetiyle ondan kurtuldunuz ama şimdi Avrupa’ya ve Amerika’ya kölelik yapmaya başladınız. Sizi Avrupa ve Amerika gâvuruna kölelikte bırakıp gidemeyiz. Belki doğduğunuz yere, milletinize, tarihinize, dininize dönünce aklınız başınıza gelir, geçmişinizi hatırlarsınız.
Dipnotlar
[1] Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel, Elips Yayınları, 5. baskı, Ankara 2005, s.142-145
[2] Zaman Gazetesi, 21.10.2009
[3]Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel, Elips Yayınları, 5. baskı, Ankara 2005, s.142-145
TTK.
-2-