Birinci Bölüm : Türkçülüğün Özü
VII Tarihi Maddecilik ve Sosyal İdealizm
Sosyal olayların anlatılmasında ve açıklanmasında birbirine hem yakın, hem de uzak olan iki sosyoloji sistemi vardır. Bunlar, tarihi maddecilik ve sosyal idealizm sistemleridir. Bu sistemlerden birincisi Karl Marx tarafından, ikincisi Emile Durkheim tarafından meydana atıldı.
İlk bakışta, bu iki sistemin birbirine yakın olduğunu görürüz. Çünkü, ikisi de, sosyal olayların doğal nedenlerinin sonuçları olduğunu; madde, hayat ve ruh olayları gibi doğal yasalara uyduğunu esas olarak kabul ediyor. Bu görüşe bilim dilinde determinizm adı verilir.
Fakat, bu noktadan sonra, bu iki sosyoloji sistemi birbirinden uzaklaşmağa başlar. Karl Marx, determinizmde, bir tür tekel ileri sürer: Toplumsal olayların arasından neden olabilmek ayrılacağı yalnız ekonomik olaylara özgüdür. Diğer sosyal olaylar mesela din, ahlak, estetik, politika, dil akıl sahasına giren olaylar asla neden olamazlar. Sadece sonuç olabilirler. Bundan dolayı Karl Marx-’a göre, ekonomik olayların dışında olan bütün sosyal olaylar gölge olaylar (epifenomenler) konumundadır. Bir şeyin gölge olay olması, başka şeyler üzerinde hiçbir etkisinin olmaması demektir. İnsanın gölgesi, yaptığı işlere bir etkide bulunabilir mi? Şüphesiz bulunamaz. İşte gölge olaylar da, bizim arkamızdan gelen, şu etkisiz gölgeler gibidir. Demek ki Marx’a göre, Yalnız ekonomik olaylar gerçektir. Diğer sosyal kurumlar gerçek olmadıkları gibi olay bile değildiler. Bunlar ancak ekonomik olayların sonuçları ve gölgeleridir.
Mesela Karl Marx, dinlerin meydana çıkışını, farklı mezheplere ayılmasını, sofuların sığındıkları zaviyelerle tasavvufla ilgilenenlerin içinde yaşadıkları tekkelerin oluşmasını reform yapılmasını dinle devletin ayrılmasını, yalnız üretim tekniklerinin değişmesiyle açıkladığı gibi; ahlak, hukuk, politika, estetik, dil, düşünce alanına ait bütün ideallerin doğmasını, büyümesini ve ölmesini de yine aynı ekonomik olayların gelişimi ile açıklamaya çalışmıştır.
Durkeheim’in kurduğu sosyolojiye göre, böyle bir tekel doğru değildir. Ekonomik olayların diğer sosyal olaylardan hiçbir üstün tarafı yoktur. Ekonomik kurumlar nasıl bir olay bir gerçekse; din, ahlak, estetik, v.b. gibi diğer sosyal kurumlar da birer doğal olaydır birer gerçektir. Bu sonuncuları, eşyanın gölgelerine benzeterek, gölge hadiseler diye adlandırmak objektif gerçeklikten ayrılmak demektir.
Fizikte, kimyada, biyolojide gölge olaylar olmadığı halde, sosyolojide neden bulunsun? Gerçi geçmişte Maudsley gibi bazı psikologlar “bilinç”e gölge olay adanı veriyor ve bilincin psikolojik olaylar üzerinde hiçbir etkisi olmadığını savunuyorlardı. Fakat, Alfred Fouilee, Ribot, James, Höffding, Bergson, Pierre Janet, Binet, Paulhan gibi yeni psikologlar bu teoriyi ilmi delillerle kesin olarak yıktılar. Artık psikoloji alanında “Gölge olayı” deyimi kalmadı.
Bundan başka sosyal olaylar arasında yalnız ekonomik kurumları gerçek saymak, mesela fizyolojik olaylar arsında yalnız mideye ve hazım borusuna ait olayları gerçek sayarak diğer fizyolojik işlemleri bunların gerçek olmayan etkisiz gölgeleri saymak gibidir. Böyle bir teoriyi, hiçbir fizyoloji bilgini kabul edebilir mi?
Karl Marx, bu tekelciliği, teori alanında bırakmayarak, pratik alanına da aktarmakla ikinci bir hataya düşmüştü. Marx’a göre, halk yalnız işçi sınıfından ibarettir. Buna göre, işçi sınıfı diğer sınıfları ortadan kaldırmak zorundadır. Oysa ki, halk “toplum” anlamı taşıdığından hukukça bir birine eşit olmayı kabul eden bütün sınıfların toplamı demektir. Gerçekten çoğunlukla eşit olmayı kabul etmeyen emperyalist, aristokrat, feodal sınıfları halkın dışında görmek doğrudur. Burjuvalarla aydınlar arasında da hukukça her kese eşit olmayı kabul etmeyen sınıflar varsa, hak dairesinin dışında kalmalıdırlar. Fakat hukukça herkesin eşit olduğunu kabul edenler hangi meslek sınıfında bulunurlarsa, bulunsunlar halktandırlar.
Durkheim’ın sosyolojisinde, diğer sosyal olaylar ekonomik olaylara neden olabildiği gibi, ekonomik olaylar da diğer sosyal olaylara neden olabilirler. Görülüyor ki, Durkheim sosyolojisi ekonomik olayların önemini ve değerini inkar etmiyor. Gittikçe ekonomik olayların toplum içindeki değerinin yaratığını, hatta modern toplumlarda ekonomik hayatın sosyal yapıya esas olduğunu ortaya atan Durkheim’dir. Durtheim’a göre ilkel toplumlardaki dayanışma yalnız ortak bilinçten doğan mekanik dayanışmadır. Bunlar bir birine benzeyen oba, oymak, boy, il gibi bölümlerden oluştuğu için, Durkheim tarafından segmanter (dilimlere bölünmüş) toplumlar diye adlandırmışlardır.
İleri gitmiş toplumlarda ise, birinci tür dayanışmadan başka bir de, sosyal iş bölümünden doğan organik dayanışma vardır. Durkheim bunlara da organize (örgütlü) toplumlar adını vermiştir.
Bilindiği gibi, iş bölümü ekonomik hayatın da temelidir. Modern toplumlarda din, politika bilim estetik, ekonomi alanlarıyla ilgili topluluklar; iş bölümünden doğmuş olan, uzmanlık ve mesleki guruplarıdır. O halde, Durkheim’ın, ekonomik hayata da hak ettiği yeri ve önemi tamamen vermiş olduğunu kabul etmek gerekir.
Bununla beraber Dukheim’da bütün sosyal olayları bir tek asıl’a indiriyor: Bu tek asıl, “kollektif tasavvurlar” dır. Bu terimin, tariften ziyade, örneklerle açıklaması mümkündür. Bundan dolayı, birkaç örnek vererek, “Kollektif tasavvuflar” ın ne demek olduğunu anlatmağa çalışacağım:
Mesela, Meşrutiyetten önce de, memleketimiz de işçiler vardı. Fakat, bu işçilerin ortak bilincinde “Biz, işçi sınıfını oluşturuyoruz” düşüncesi yoktu. Bu düşünce bulunmadığı için, o zaman ülkemizde işçi sınıfı yoktu. Yine Meşrutiyetten önce, memleketimizde birçok Türkler vardı. Fakat, bunların kollektif bilincinde ” Biz, Türk milletiyiz” kavramı bulunmadığı için, o zaman Türk Milleti de yoktu. Çünkü bir topluluk, onu oluşturan fertlerin ortak vicdanında bilinçli bir biçimde algılanmadıkça, sosyal bir sınıf özelliği kazanamaz. Bunun gibi, Türkçe asıllı bir kelime Türk halkının dil bilincinde artık yaşamıyorsa, Türkçe bir kelime olmak niteliğinin de, sosyal bir varlık olmak değerini de kaybetmiş demektir. Bunun gibi, gerçekte Türk töresine giren bir adet de Türk halkının ahlaki vicdanında artık bilinmiyor ve duyulmuyorsa, o da gerek sosyal bir olay olmak, gerek Türk ahlakında bir ilke olmak özelliklerini kaybetmiş demektir.
Bu ifadelerden anlaşılıyor ki sosyal olaylar mutlaka, ait oldukları sınıfın kollektif vicdanında bilinçli duyuşlar bu çiminde bulunmalıdırlar İşte, kollektif vicdandaki bu bilinçli algılara “kollektif tasavvurlar” adı verilir.
Kollektif tasavvurlar, Marx’ın zannettiği gibi, sosyal hayatta etkisi olmayan, gölge olaylardan ibaret değildir. Aksine bütün sosyal yaşantımız bu tasavvurların etkilerine göre biçimlerini alır. Mesela, biz Türkiyelilerin kollektif vicdanımızda ” Türk milletindeniz” tasavvurları açık ve seçik görünüşler halinde belirmeğe başlayınca, bütün sosyal hayatlarımız değişmeye başlayacaktır. “Türk milletindeniz” dediğimiz için, dilde, estetikte, ahlakta, hukukta, hatta din hayatında ve felsefede Türk kültürüne Türk zevkine, Türk vicdanına göre bir orijinallik, bir özgünlük göstermeğe çalışacağız. “İslam ümmetindeniz” dediğimiz “için, bize göre en kutsal kitap Kur’an-ı Kerim, en kutsal insan Hazret-i Muhammed, en kutsal tapınak Kabe, en kutsal din İslamiyet olacaktır. “Batı medeniyetindeniz” dediğimiz için de ilimde, felsefede, fenlerde ve diğer çağdaş sistemlerde tam bir Avrupalı gibi hareket edeceğiz.
Kollektif tasavvurlar, yalnız toplum kavramlarına özgü değildir. Mitler, menkıbeler, masallar, efsaneler, fıkralar, dini inanışlar, ahlak, hukuk, ekonomi fen alanına ait kurallar; bilim ve felsefe ile ilgili görüşler de birer kollektif tasavvurdan ibarettir. Dini inancın ve teorinin tersi sayılan törenler ve eylemler bile, önce zihinde tasarlandıktan sonra yapıldıkları için, gerçekte birer kollektif tasavvurdan ibarettirler.
Şahsi düşünceler her ferdin kendine özgü olan toplum bütün fertleri arasında ortak olan, daha doğrusu kollektif vicdanında bilinçle kavranılan düşünme biçimleridir. Şahsi düşünceler, gerçekte, toplum üzerinde hiçbir etkiye sahip değildir. Fakat şahsi düşünceler sosyal güce dayanarak kollektif bir tasavvur niteliği kazandığı zaman, sosyal hayatta büyük bir etken olur. Mesela, büyük bir manevi etki gücüne sahip olan bir kurtarıcı, ne düşünürse, fikirleri biraz sonra herkesin ortak düşünüşleri sırısana geçer. Tabi şahsi düşünceler bu nitelikte olursa, sosyal hayatta her an etkilidir. Bir millet, büyük başarılarıyla dehasını, fedakarlığını, kahramanlığını fiiller ispat etmiş, büyük bir kişiliğe sahip olduğu zaman, onun kollektif tasavvurlar yaratmak gücü sayesinde, her türlü yeniliği kolayca gerçekleştirebilir. İşte, bugün biz böyle bir deha hazinesine sahibiz. Sıradan insanların hatta ilimde büyük bilgileri ve uygulama alanında yüksek güç ve etkinlikleri olsa bile - asla başaramayacakları yenilik ve ilerlemeleri herkesin vicdanında kurtarıcı ve dahi tanılan böyle bir kişi bir sözle, bir nutukla, bir bildiriyle gerçekleştirebilir.
Kollektif tasavvurlar, coşkun krizler sırasında çok şiddetli heyecanlarla çerçevelenerek son derece büyük bir kudret ve güç kazanırlar. Kollektif tasavvurların bu biçimine ülkü adı verilir. Kollektif tasavvurlar asıl ülkü biçimini aldıktan sora dır ki, gerçek ülkücülerin etkeni olurlar. Mesela Türkçülerin ortaya attıkları Türkçülük düşüncesi genç bir topluluğun kafasındaki tasavvuru Tür milletine yayarak onu bir ülkü biçimine dönüştüren Trablusgarp, Balkan Savaşlarıyla I. Dünya Savaşındaki yıkımlar olmakla beraber, bu ülküye resmilik veren ve onu uygulayan da ancak Mustafa Kemal oldu.
Bu örneklerden de anlaşılıyor ki, Durkheim, idealciliği toplumun coşkun halleri ile, yani sosyoloji ile açıklıyor. Ona göre bütün kollektif olaylar ideallerden veya onların hafif dereceleri olan kollektif tasavvurlardan ibarettir.
Gerçekten de, her kollektif tasavvur, az-çok, bir değer duygusu ile karışıktır. Sosyal kurumların bazısını kutsal bazısını iyi, bazısını güzel, bazısını doğru biçimde değerlendiririz. Kurumlara bu sıfatların verilemesi, onların duygulardan, heyecanlardan, ihtiraslardan uzak olmadığını gösterir. Zaten, biz hangi şeye karşı dini bir heyecan duyarsak ona kutlu hangi şeye karış ahlaki bir heyecan duyarsak ona iyi, hangi şeye karşı estetik bir heyecan duyarsak ona güzel, hangi şeye doğru değerlerini veririz. Demek ki, bütün kollektif tasavvurlarda ideal niteliği vardır.
Kollektif tasavvurlar yani ülküler bütün sosyal olayların nedenleri olmakla beraber, kendilerinin de doğması, kuvvetlenmesi, zayıflaması, ölmesi birtakım sosyal nedenle bağlıdır. Bu sebeple sosyal yapıdan meydana gelen değişmelerdir. Durkheim’a göre sosyal olayların ilk nedenleri toplum nüfusunun yoğunluğundan fertlerinin birbiri ile kaynaşmasının, aynı milletten oluşmalarının, iş bölümünün artıp eksilmesi gibi sosyal morfolojiye ait olaylardır.
Türkçülük hareketinin ortaya çıkması da sosyal bir olaydır. Bu olayın açıklanmasında da, “Tarihi Maddecilik” ve ” sosyal idealizm” görüşlerine ait iki zıt teori karşısındayız. Birinci teoriye göre, Türkçülük yalnız ekonomik nedenlerden doğdu. İkinci teoriye göre, Türkçülük akımının doğması sosyal ideallerin değişmesinden ve bunların değişmesi de sosyal yapının değişime uğramasından ileri geldi.
Eskiden, memleketimizde başlıca iki dini topluluk vardı. Birincisi hilafetin etrafında toplanan Müslüman ümmeti, ikincisi Rum patrikhanesinin etrafında toplanan Hıristiyan ümmeti idi. Eğer dinler, eski kuvvetini aynı şiddetle koruyabilseydi bu topluluk dağılmayacaktı.
Fakat şehirlerde nüfus yoğunluğunun çoğalması yüzünden ilkin iş bölümü doğmağa, sonar da gittikçe derinleşmeğe başladı. İş bölümü melek sınıflarını ve meslek sınıfları da meselem bilincini doğurduğundan, eski zamanlarda gerek Müslüman topluluğunda, gerek Hıristiyan topluluğunda tek başına egemen olan bu iki kollekif2 bilinç zayıflamağa başladı. Kollektif bilincin zayıflaması, onlara dayanan topçululukların ortak dayanışmalarını da bozdu. Yeni doğan gazete ile okul edebiyatla şiir de, anlamı anlaşılmayan din topluluğu dili yerine, toplum dilini koydu.
Böylelikle gerek Müslümanların, gerek Hıristiyanların kendi topluluklarına özgü vicdanları, tasavvurları ve görüşleri değişti. Eskiden her fert bağlı bulunduğu dini topluluğu sosyal bir organizma ve kendisini onun yarılmaz bir organı görürken, şimdi sosyal organizma olarak yalnız kendi dil topluluğunu görmeğe ve kendisini onun ayrılmaz bir organı saymağa başladı. İşte, din topluluklarının dağılmasıyla onların yerine dil topluluklarının geçmiş olması böylece gerçekleşti. Rum patrikhanesine bağlı din topluluğundan önce Ermenilerin, sonra ilahların, Sırpların, Bulgarların, hatta bağımsızlık kazanan yunanlıların ayrılmaları ve bir kısmının Eksarhlık dayıla bu ayrılışa daha belirli bir biçim vermeleri bu iddiamıza canlı bir delildir.
Bu dil toplulukların Osmanlılık adı verilen politik topluluktan ayrılmaları din topluluğundan ayrılmalarından sonra olması da, ilk nedenin politik olmayıp sadece kültürel olduğunu gösterir.
Zaten, dil ve milli kültür topluluklarından ibaret olan milliyetler eski zamanlarda da vardı. Ancak, iki türlü emperyalizm, dini ve politik emperyalizm onları iki topluluğun içinde yani saltanat ve ümmet çemberleri arasında hapsetmişti. Bu toplulukları çemberleri güçten düştükçe, hapsedilmiş toplulukların serbest olmak için mücadeleye girişmeleri doğaldı. İşte, Yurdumuzda önce bağımsızlık biçiminde kendisini gösteren milliyet akımları bu biçimde gelişti.
Müslüman kavimler arasındaki milliyetçilik akımları da aynı biçimde kendisini gösterdi. Örnek olarak, Arnavutları alalım. Başkımcılğın merkezi olan Toskalar, eski zamanlardan beri Bektaşiliğe sapmakla din topluluğundan uzaklaşmışlardı.
Bunlar, öncelikle, çağın gerekleri sayılan okul ve basın şiir ve edebiyattan nasiplerini almak için kendi dillerini kullanmak istediler. Bunun için bir yazı kabul etmek gerekti. Kabul ettikleri yazının Latince olması da gösteriyor ki, Toskalar, her şeyden önce, din topluluğundan ayrılmışlardı. Bir zamandan beri zayıflamağa başlayan din bağları yerine milli kültüre dayanan bir birlik kurmağa çalışıyorlardı. Araplar da ve kürtlerde de milliyetçilik akımı önce kültür alanında görünmeğe başladı. Bu akımların politik bir nitelik kazanması ikinci aşamaları ekonomik bir nitelik kazanmaları da üçüncü aşamalardır.
Türkçülüğe gelince, bunun da milli kültür alanında başladığını biliyoruz. Türkçülüğün ilk babalarından birisi eski Darülfünun (Üniversite) umuzun, ikincisi de askeri oklularımızın kurucusuydu. Medrese kuvvetli olsaydı, Darülfünun kurulmayacaktı. Yüzyıllarca medresenin silahlı kuvveti olma özelliğinin koruyan yeniçerilik var iken de, askeri okullar açılamazdı. Demek ki, sosyal bölümünün bir sonucu olarak, Türklerde de din topluluğunun dayandığı birleştirici güç artık zayıflamağa başlamıştı. Sultan Abdülaziz devrinin açılması, askeri okullara yeni bir düzen verilmesine girişilmesi bu zayıflamanın sonuçlarıdır. Bu yeni kurumların başında Ahmet Vefik paşa ile Süleyman paşa, dağılmağa başlayan ümmet ve saltanat toplulukları içinde pusulasız kalan milletlerini dil, milli kültür, tarih bağları ile yeniden güçlendirmek ve gençleri bu yeni ideallere göre terbiye etmek gereğini duydular. Bundan sonra yirmişer sene aralıkla doğan özleştirmecilik ve yeni dil akımları da Türkçülük idelinde özellikle dil ile milli kültürün etken olduklarını gösterir. Gerçi, Türkçülüğün sonlarına doğru “milli ekonomi” ideali de doğdu. Fakat bu teoriyi ortaya atanlar, ne ekonomistler ne de ticaretle uğraşanlardı. Milliyetin milli hukuk milli ahlak milli terbiye, hatta milli felsefe gibi çeşitli yansımalarının arayanlar, milli kültürcü Türkçülerdi. Milli ekonomi de Türklerde, önce çıkar gözetmeyen bir ideal biçiminde doğdu ve salt teorik olarak, ülkemizin ekonomik gerçeğini yani ziraatimizin, sanayimizin, ticaretimizin çeşitli alanlarında uygulanmakta olan hukuki rejimlerle teknik biçimleri aramağa başladı. Mili ekonomimiz ancak ekonomik gerçeklerimiz inceledikten sonradır ki, ekonomik olaylarımızdan normal ve hasta olanlarını ayırabilecek ve ancak o zaman ekonomik hastalıklarımızın tedavisi için rapor yahut reçete verebilecekti. Fakat, ne yazık ki, birinci Dünya Savaşı teorik incelemeleri durdurarak, farklı biçimlerde pratik uygulamaların meydana gelmesine neden oldu. Milli ekonomi ticari bir spekülasyon aracı değil, ilmi bir ekoldür. Almanya’da, bu ekolün kurucusu Friedrich List’tir. Durkheim, List’in milli ekonomi hakkındaki eserine “Objektif olarak yazılmış, gerçeklere dayanan ilk ekonomi kitabı budur” diyor. Fakat, bu milli ekonomi bilimi her yerde, milli idealden önce değil, sonra doğar.
TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI - Ziya GÖKALP - Kültür Bakanlığı Yayınları - 1975